Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Nisan 2013 Pazartesi

90'LAR YAZI DİZİSİ... NEREDELER (BÖLÜM 8) - OKAN AKDENİZ


"Kozasında bekleyen bir tırtıl gibiyim, daha uzun yaşamak için kozamdan çıkmıyorum"

Bu haftaki konuğum benim için gerçekten özel seslerden biri. Doksanlar hayatımıza saf poptan elektroniğe, blues’dan rock’a, danstan r&b’ye yeni yeni türlerin ve şarkıcıların girdiği yıllardı, daha önce benzerleri olmadığı için her çıkan şarkıcı kendi ilgi alanı müziğe dair şarkılar çıktığı için hem çeşitlilik artıyor, hem de bu sanatçılar türlerinin ilk örnekleri oldukları için akıllara kazınıyordu. Okan Akdeniz 1998 yılında "Hasret" şarkısı ile müzik piyasasına girdiğinde Latin pop türünü tanımış olduk. Gitarında yaz sıcağı, sesinde meltem tınısı vardı. Sonrasında daha önceleri Erol Evgin ve Yeliz gibi devlerin seslendirdiği Deli Divane şarkısının yorumuyla dikkat çekti bu esmer adam. Vokal tekniği ve yorumuyla gerçekten çok çalışılmış bir albümdü Hasret, çıkışı da bu çalışmaların karşılığını alırcasına ilgi görmüştü. Lakin sonrasında Okan Akdeniz bir kayboldu pir kayboldu. Gazetelerde birkaç haberde rastladım sonrasında ve sonrasında onlar da bitti. Yıllar yılı ne yapar ne eder diye en çok merak ettiğim isimlerdendi, zira yıllar sonra 90lar yeniden kıymete binince de çıkmadı ortaya. Halbuki o bu sırada biriktirmiş biriktirmiş içindekileri. Bu söyleşiyi yaptığımda Okan Akdeniz’in aslında bize gösterdiğinden çok daha fazlası olduğunu anladım. Karşımda müziğe gerçekten emek veren ama küstürülen, bununla birlikte umudunu hala içinde taptaze tutan ve kendisinin deyimiyle yok olmamak için kendini kozasının içinde tutan bir adam gördüm. Müzisyenliğinin yanında entelektüel bilgisiyle verdiği cevaplarla şu ana kadar yaptığım en keyifli söyleşilerden biri çıktı ortaya.



T: Albüm çıkarmaya nasıl karar vermiştiniz? İlk albümü çıkarma heyecanınızı ve o süreci kısaca anlatır mısınız?

O.A.: İzmir’de dört duvar arasında piyanomla hayat geçiyordu. Bir yandan Jazz solistliği yaparken diğer yandan Müfit Bayraşa’dan İngilizce müzikle bozulan A E vokallerimi düzeltmek için şan dersi alıyordum. İngilizce ile Türkçe arasında ciddi bir vurgulama uçurumu var ve ben Türkçe’yi düzgün okuyamıyordum. Daha sonra Müfit hocamdan esinlenerek ben de beste avına çıktım. Önceleri fazla kastım kendimi, zannettim ki ben avcıyım. Ancak melodi kendini tamamıyla bilinçsiz dediğin ama aslında bilinci daha büyük bir iradeye (ki o da herkesin mayasında olan ilhama) bırakınca kendiliğinden geliyormuş.Tabii ilhamın kendini daha geniş bir hayal dünyasında ifade edebilmesi için birikim de gerek.


Sonra bestelerim belirli bir sayıya gelince köyden indim şehre misali piyanomu satıp parasıyla albüm yapma hayaliyle İstanbul’a gittim. İlk tepki ailemden geldi. Piyano bizim sana hediyemizdi neden sattın, diye tabii. Ben malperest birisi değilim. Eşyalara da duygu yüklemem bu yüzden. Nasılsa yerine konabilecek bir şey. Ama o dönem içimdeki hırs, sonradan kaybolursa yerine konamazdı.

İstanbul’a ilk gittiğimde daha öncesinde bir televizyonda açılan şarkı yarışmasında tanıştığım rahmetli Melih Kibar’ı ziyaret ettim. Beni ve bestelerimi beğendi ve Sony Music ile bir randevu ayarladı. Sony Music’ten gelenlere stüdyoda piyano başında bir eserimi canlı seslendirdim ve onlar da beğendi. Derken 3 ay gibi kısa bir süre sonra bir bakmışım albüm için Şile’de rüzgarlı bir havada kum yuta yuta kapak fotoğrafı çekimlerindeyim. Rüya gerçek oluyordu benim için. Bu yüzden bu işin arada çıkan sıkıntıları vücutta çıkan bir sivilce kadar canımı acıtıyordu. Tabii İstanbul’da kaldıkça ve albümün devamlılığı için yapılması gerekenler arttıkça bu sivilceler çıbana dönüşmeye başladı.

T: 90lı yıllardan hala akıllarda kalan bir isim olarak, albüm yapmayı neden bıraktınız? Kendi tercihiniz miydi? Ya da müzik sektöründeki şartlar mı buna neden oldu?

O.A.: Albüm yapacağıma çok inanmıştım. Güçlü bir inanç her şeyi başarmanıza sebep oluyor, gelecekteki tiyatro sahneleri inançla kuruluyor. Ancak satacağına olan inancım az olmalı ki şarkılar dillere dolanmasına ve çok tutmasına rağmen fazla satmadı. Buna sadece benim katkım dışında yanlış reklam politikası da dahildir. Bu ilk başta hevesimi kırdı. Yani albüm yapmaya olan hevesim, müziğe değil. Müzikle her zaman mutlu olursunuz, işin içine paraya dönüştürme ve faturaları düşünmeden yaşamanın planları girince, insan doğasının dışında bir alana girdiğiniz için bir şeyler değişmeye başlıyor. O dönem hızlı bir tempo vardı ama ben bir İzmirli olarak pek hızlı sayılmazdım. Arabayla son sürat gidiyorsunuz ama arabanın içinde sadece oturuyorsunuz. Giden siz değil araba aslında.  Ne kadar gittiğinize her zaman bakmalısınız. Yoksa yanlış yerde benzininiz biter. Benim benzinim de tam büyük deprem olduğu dönem tükendi. Türkiye moral olarak çökmüş, birçok insan sevdiklerini doğal afete vermişti. Bu durumda neşeli bir albüm yapamayacak kadar içime kapanmıştım. Sonra da askerlik girdi ve bu süreç o dönem son buldu. Ama ölüm yaşam demektir. Daha sonra hayatın içinde yine müzikle tutunabilmenin başka yollarını da buldum...

T: Albüm sonrası dönemde neler yaptınız? Müzikle bağlantınız nasıl sürdü? Ya da sürdü mü? Şahsen ben bir dönem her daim gözümüzün kulağımızın önünde olan sanatçıların albüm yapmadıkları, bildiğimiz bir sahne çalışması olmadığı dönemlerde neler yaptığını öğrenmek üzere yazıyorum biraz da bu yazıyı.

O.A.: Kendimce yıkımdan sonra İstanbul dahil her türlü negatifi temizleme yoluna gittim. Ne İstanbul ne müzik piyasası salt kötüydü. Her yerde kötü ve iyi bir aradaydı ama ben negatifleri toplayanın asıl beynimin ta kendisi olduğunu fark ettim. Aşılması gereken engeller dışarıda değil beynimdeydi. Bu yüzden İzmir’deki evime dört duvar arasına ve arkadaşlarımın yanına döndüm. Evimde küçük bir home stüdyo kurup besteler hazırlamaya başladım. Kendim için değil, daha çok yeni eski sanatçılara pazarlamak için. Eserlerimin içine İngilizce çalışmalar da ekledim. Belçika’ya falan sattım. Tekrar müzikle dolu bir hayatın içine girdim. Bir yandan da spor yaparak bedenimin kölesi oldum. Turist gibi yaşamayı öğrendim ve bu sayede hala her şeye sürpriz gibi bakabildiğime şükrediyor, teşekkür ediyorum. Şu anda da reklam müzikleri yapıyor, bir yandan da fotoğrafçılık sanatında ilerlemeye çalışıyorum. Sanırım bu tür meraklar da bir müzisyen için şaşırtıcı değil. Sesleri içinde duyan kişi gördüklerine de rahatlıkla soyut anlamlar yükleyebilir. Hayal gücünüz olsun yeter ki. Ama yanlış anlamayın ben megaloman değilim. Bana göre herkes sanatçı, çünkü herkes gece puf yatağına yattığında sayısız rüya görür. O rüyalardaki dekor, oyuncular, duyduğunuz müzikler ve seyredenler hepsi sizsiniz. Herkes her gece uyuduğunda bin bir detaylı rüyalarını kendi yaratır. Bu yüzden herkes sanatçı aslında. Ama uyandığımızda bir sürü kişilik engelleri yüzünden bunları yapamayız. Bence sanatçı gündüz düşleri gören kişidir. Yani rüyalarımızda yapabildiklerini uyanıkken de yapabilen kişidir. Bu yüzden her sanatçı biraz gerçek ile hayali birbirine karıştırır.

 T: Hala akılda kalmış işler yapan ve uzun süredir albüm yapmamış olmasına rağmen hala şarkıları hatırlanan bir sanatçı olarak, bugünün hemen tüketilen müzik ortamı ve profiline nasıl bakıyorsunuz? Sizce neydi sizi farklı kılan, neydi şarkılarınızı yıllardır eskimeden sürekli gündemde tutan?


O.A.: Bugünün müzikleri ve sanatçıları dününkilerden farklı değil bence. Mozart bugün Türkiye’de yaşasaydı pop ya da arabesk yapardı, Amerika’da doğsaydı dünya jazz ustası olurdu. Yaratıcılık koşullara ve çevresel etkilere göre farklılık gösteriyor tabii ki. Çoğu insandan duyduğum bir şey de çok mantar sanatçı türedi lafı. Bir albümün çıkış şartlarının ve harcanan emeğin farkında olmayanların lafı. Hiç satmayan albüm olması o albümün emeksiz olduğunu göstermez. Çok satan da çok iyi müzik yapıyor çıkarımını bize sağlamaz. Bence bu dönem müzikte daha kalabalık olduğu için aralarından sıyrılıp ünü yakalamak da o kadar zor. Zamanında çok fazla kişiye şans verilmez, iyi olanlar ayıklanırdı. Ama kim iyi olanları karar veriyor ki? Diğerlerini kötü ya da çöp saymak büyük bir yeteneği kaçırmak olmaz mı? Zamanında fark edebilmenin bir yolu yok. Maalesef bu yolda ilerleyen bir kişinin ülkemizde sadece sanatıyla kendini savunması yetmiyor. Bu kimin iyi kimin kötü olacağına karar verenlerin eline kalmış bir şey gibi. Tıpkı hayatında dans etmemiş birinin başka bir dalda ünü dolayısıyla dans yarışması jürisinde olması gibi bir şey. Çevren varsa olur lafı bizim ülkemiz için geçerli. Ya da güzel veya yakışıklı olmalı kavramı. Herhalde Aretha Franklin burada olsaydı bir albüm yapabilmek için önce kilo vermeli sonra da makyaj malzemeleriyle suratına ikinci bir yüz yapmak zorunda kalmalıydı.

Şu dönem bence yeni şeyler deneyen çok kişi var ama diğer bir engel de bu tarz satmaz şu tarz yapın diyen vizyonu eksik yatırımcı ve yapımcılar. Ben her zaman umutluyum. Türkiye müzikte bana göre ilerlemekte. İyisi kötüsü değil de iyisi farklısıyla.

T: Hala albümlerinizi dinleyen ve o zamanların şimdiki zamanlardan çok daha güzel olduğunu düşünen dinleyicilerinize bir mesajınız veya –umarım yeni çalışmalarınızın müjdesi veya sizi canlı izleyebilecekleri bir program var mı duyurmak istediğiniz?

O.A.: Yok. Varsa yoksa onlardı. Çok bestem var Rafet El Roman’ın ‘Sevdim Ama Sonu Yoktu’ gibi beste çalışmalarımı başkalarının seslerinden dinleyebilirler ama benden bu kadar. Kendim çalıp kendim söylüyorum. Arada reklam müziklerinde benim sesimi duyuyorsunuz ama bunun dışında kozasında bekleyen bir tırtıl gibiyim. Tek fark İngilizce bir albüm olmadan da bu kozadan çıkmayacak gibi görünüyorum. Kalbimde aşkın kırıntısı bile kalmadı. Yeni bir şehir için eskisini kökten yıkıp geçecek bir aşk olmayınca bu iş mekanik bir üretimden ileriye gitmiyor. Ömür de kelebek ömrü kadar. Ben de daha uzun yaşamak için kozamdan çıkmıyorum. Belki de eski albümdeki gibi kelebek olup çıkarsam sadece bir gün yaşayıp yok olmaktan korkuyorum.

Yeni müzisyenlere söyleyebileceğim tek şey var. Amatör olman ya da daha az bilgili olman bilgili olanlardan gerisin demek değildir. Genç Edison ışığı keşfettiğinde ondan kat kat fazla bilgi sahibi bir sürü yaşlı profesör vardı. Ama ışığı onlar değil az bilgisiyle Edison buldu. Mozart 5 yaşında ilk senfonisini yazdı. O dönemde de yaşlı başlı, parmakları ışık hızında piyanoyu döven müzisyenler vardı. Çok bilgili olmak insanı yaratıcı kılmaz. Hayal gücü olanlar dünyayı değiştiren fikirleri kendine çeker.

Son söz: Anlaşılan Okan Akdeniz bizi kendine Hasret bırakmaya kararlı, ancak şu an mutlu olduğu ve onu mutlu eden işleri yaptığını bilmek bir nebze rahatlatıyor beni, Hem kader bu ya, bir gün Okan Akdeniz'i yeniden karşımıza çıkarır, "Hasret diner mi sandın, sevgi böyle biter mi sandın?"





----DEVAM EDECEK----

2 yorum:

delphino dedi ki...

Okan ı yakından tanıyan biri olarak belirtmeliyim ki; kendisi bence şu an Türkiye nin en iyi erkek vokallerinden biri, ayrıca şu an elinde ki (türkçe ve ingilizce) kendisine ait beste portföyü ile en az 3 albümü aynı anda çıkarabilir sadece onu anlayabilecek ve istediği müziği yapması için özgür bırakabilecek yenilikçi bir yapımcıya ihtiyaçı var

Tunca Tutkun dedi ki...

Çok teşekkürler yorumunuz için, bence de Okan Akdeniz çok özel seslerden biri. "hasret" bugünün şartlarında bile çok özgün bir albüm. ben de çok isterim yeniden albümleriyle müzik dünyasına dönüş yapmasını. İnşallah ifade edebilmişimdir bu söyleşiyle gerçek müzisyen "Okan Akdeniz"i.