Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Haziran 2017 Salı

GİTTİM, İZLEDİM, YAZDIM - ZUBİZU İLE AÇIKHAVA KONSERLERİ (ATHENA-ŞEBNEM FERAH-MFÖ-BÜLENT ORTAÇGİL&BİRSEN TEZER-TEOMAN)

ZUBİZU İLE HARBİYE AÇIKHAVA KONSERLERİ BAŞLADI

5 günlük Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu maratonumun ilk kısmı bu akşam Teoman konseri itibariyle bitmişken izlenimlerimi sıcağı sıcağına yazmalı.

Bu sene açılışını Athena’nın yaptığı Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava konserlerine arkadaşım Yusuf Pişkin sayesinde gidebildim ve hayatımın en iyi anıları arasına girebilecek beş rüya gece yaşadım. 16’sı Athena, 17’si Şebnem Ferah, 18’i MFÖ, 19’u Bülent Ortaçgil&Birsen Tezer, 20’si Teoman konserlerindeydim, bu yazıda yağmur yüklü bu konserlerde yaşadıklarım ve izlenimlerimi okuyacaksınız.

Gecelerin ilki 16 Haziran’da Athena ile başladı. Ne yalan söyleyeyim, şarkılarını sevmekle beraber daha önce Athena konserine hiç gitmemiştim ve nasıl bir konser olacağını kestiremiyordum. Biletimizi verip girinceye kadar aklımda acaba sıkılır mıyım düşüncesiyle gittim. Athena beklediğimin üzerinde bir coşkuyla performans sergiledi. Akustik bir konser yazıyordu bilette ama Gökhan bile bu konserin akustik başlasa da öyle bitmeyeceğinin farkındaydı, zira “oturma olayına alışamadım,” diyerek konserin gidişatı hakkında ipuçları bile verdi. Birkaç “oturarak” icra ettikleri şarkıdan sonra, Gökhan daha fazla dayanamayıp attı kendini ortaya, Arsız Gönül’ün “Ben ben mesela, uçarım mesela” diyerek ilk satırına girdiklerinde, bütün tiyatro öyle yüksek bir eşlikte bulundu ki, Gökhan bile ‘Helal olsun’ dedi, ayağa fırlayanlar, sahneye laf atanlar, bağıra çağıra şarkıları söyleyenler acaip coşkulu bir atmosfer oluşturdu. Gökhan eski yeni albümlerinden şarkıların yanı sıra, Nazım Hikmet’e de selam durmayı ihmal etmedi ve Geberiyorum şarkısını hep birlikte söyledik. Çanakkale Türküsü, Ellerinde Pankartlar ve seyircinin yoğun istekleriyle İzmir Marşı’nı da söyleyen Athena, bilhassa 2016 yılının en dikkat çekici şarkısı Ses Etme ile muazzam bir performans sergiledi. Hakan’ın enstrüman ustalığını konuşturduğu konserde bağlamadan, gitara, türkü’den pop’a, funk’tan rock’a geniş bir yelpazede müzikal bir ziyafet sundu Athena. Fondaki resimler ve görseller konseri zenginleştirdi. Skalonga’yı, Holigan’ı ve Senden Benden Bizden’i de söylerler diyordum ama onlar başka bir konsere kaldı. Yağan yağmurla süslenen konserde yeni albüm şarkılarının yanı sıra Kendi Yolumda, Öpücük, Yaşamak Var Ya gibi klasiklerini seslendiren Athena, sürpriz bir performans olarak “Dilek Taşı”nı Athena tarzında düzenlemesiyle seslendirdi. O şarkıyı Athena’dan duymak ilginçti. Konserin sonunda bu coşkulu geceyi ölümsüzleştirmek isteyen Athena, bütün grup üyeleri önde biz arkada selfimizi de çekinerek Athena’nın anı dağarcığında yerimizi aldık. Athena gene seyircinin çok yoğun tezahüratlarıyla “Arsız Gönül” şarkısıyla geceyi bitirdi. Gece bittiğinde ağzım kulaklarımda, dilimde “ben ben mesela” diye diye eve yollandım.




Ertesi gün Şebnem Ferah konseri için gene Harbiye Cemil Topuzlu’daydık Yusuf’la (ve Yusuf’un arkadaşları Yiğit ve Enes’le, onları da çok sevdim tam benim kafada konserdaşlar), Şebnem Ferah’ı en son Bostancı Gösteri Merkezi’nde izlediğimde salondaki en yaşlı kişi olmanın getirdiği bir konser atmosferini yaşayamama durumu olmuştu. Öyle ya, yaş ortalaması 13’tü ve “Amca(!) çekilsene yeaa göremiyorum” diyen ergenlerin arasında ne hissedeceğimi bilememiştim. Bu konser nasıl olacak diye düşünürken, birden karşımda 13 yaşımda aşık olduğum Şebnem belirdi. O ne şahane bir konserdi. Şebnem inanılmaz enerjik ve konuşkandı. Yağmur gene fonda romantik duyguları içimize işlerken, sahnede Şebnem arka arkaya bizi duygudan duyguya savurdu. Hele kişisel Şebnem favorilerimden Saatim Çalmadan’ı söylediğinde daha fazla duramazdım, attım kendimi sahne önüne ve basın için ayrılmış, kimsenin oturmadığı koltuklarda Şebnemle karşı karşıya izledim konserin devamını. Şebnem daha önceki hiçbir konserinde olmadığı kadar espriliydi dedim ya, ay ne espriler yaptı, ne güldü, ne laflar soktu tepedekilere, ne paslar attı ekip arkadaşlarına, ne
anılar anekdotlar anlattı, adeta bir şarkılı kabare gibiydi. Şebnem de ekip de çok keyifliydi. Her Şebnem konserinde olduğu gibi, fonda güzel sözler, şarkılardan alıntılar ve görsellerle ve zaman zaman şarkılar arasında o alevli aparat (hani fışır fışır kıvılcımlar çıkaran şey ve onun adını bilmiyorum :)) ve dumanlarla görsel olarak da göz alıcı bir konsere imza attı Şebo. Konserin ikinci yarısını akustik olarak hazırlayan Şebnem, bu bölümde kendi şarkılarının dışına sevdiği Ortaçgil-Değirmenler gibi cover şarkıları ve bir seyircinin isteği üzerine İngilizce bir şarkıyı seslendirdi. Bir gece önce Athena’dan dinlediğimiz sürpriz “Dilek Taşı” şarkısı bu kez Şebnem yorumuyla sahnedeydi. Dilek Taşı’nı hiç bu kadar birbirinden farklı tarzda kişiden arka arkaya dinlememiştim. Konserin bir bölümünde, ilham almak ve ilham vermek üzere duygusal bir konuşma yaptıktan sonra, Tahribad-ı isyan grubunu sahneye davet etti. Tahribad-ı İsyan, Kenan Doğulu’nun keşfettiği ve prodüktörlüğünü yaptığı rep müziğe gönül vermiş üç gençten oluşan bir grup. Bu üç genç 2016 yılında Doğulu’nun desteğini alarak fakir bir mahalleden sahnelere transfer olmuştu. Gençler Şebnem Ferah’ın Can Kırıkları şarkısından sample yaptıkları ve Şebnem’in de vokaliyle süslenen bir şarkıyla gecenin rengi oldular. Rep benim tarzım bir müzik olmasa da, çocukların doğallıkları ve naiflikleri hepimizi şenlendirdi. Hele Şebnem’in gençler sahneden çıkarken söylerken söylediği “çok tatlısınız” sözüne, birinin “esas tatlı sensin” diye yanıt vermesi hepimizi güldürdü. Şebnem bir ara kendi isteğiyle sahnenin bizim olduğumuz tarafa kadar uzatılmış kısmına gelecekti ama öndeki sarhoş bir VIP yüzünden bu gerçekleşemedi. Adam Şebnem’i tuttu bırakmıyor, hem sarhoş hem VIP olduğu için de güvenlik müdahale edemiyor, Şebnem de şaşırdı ama bir şey de yapamadı. Neyse bu kısa süreli gerginlik yüzünden bizim tarafa gelemedi. Konser OHAL nedeniyle 12’de bitmesi gerektiği için Şebnem şahane laflar sokarak konseri bitirmek zorunda kaldı, oysa daha o kadar şarkı vardı ki, Vazgeçtim Dünya’dan, bilhassa mutlaka söyler dediğim Yağmurlar, Perdeler şarkılarını söyleyemedi. Kendimi yeniden 13 yaşında hissettim ve Şebo’ya varlığı için şükrettim. Bu ülkede müzik yapması bizim için şans olan kadınlardan Şebnem. Bunu konserde bir kez daha anladım.




Ertesi günün konseri Mazhar-Fuat-Özkan üçlüsü idi. Yılların ustaları yeni albümlerinin ilk konserini böylece vermiş oldular. Yeni albüm şarkılarını ilk kez burada söylediler ve tabiri caizse bayıldım yeni albüm şarkılarına. İlk kısımda, akustik ve slov damardan oluşan albümün bütün şarkılarını söylediler. Mazhar bir şarkıda “bu şarkı 20 yıl sonra Güllerin
İçinden gibi klasik olacak” dedi ve bence haklı. Çok güzel, dinlendirici, içi dolu, Buselik Makamına, Gözyaşlarımızı Bitti Mi Sandın, Bodrum Bodrum kıvamında şarkılar. Bu albümün hazırlanışı hakkında aralarda konuşmalar yapan Mazhar esprileriyle de çok eğlendirdi. “İlk kez bir albüm yapılırken birbirimizi yemedik, didişmedik, bu MFÖ tarihinde ilk kez oluyor,” demesi hepimizi güldürdü. Konser boyunca üçlü sürekli birbirine tatlı tatlı sataştı ve onore etti. Seyircilere laf attı. Zaten en çok Mazhar konuştu. Bir kez daha efsane grup nasıl olunur’u gösterdiler. Konserin ikinci yarısı klasik MFÖ hitleriyle devam etti. Ele Güne Karşı, Yalnızlık Ömür Boyu, yağmur eşliğinde Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da, Güllerin İçinden, Bodrum Bodrum, Mazeretim Var, Sakın Gelme, Ali Desidero, derken solo performansları Mazhar’dan Ah Bu Ben, Benim Hala Umudum Var, Fuat Güner’den Vurgun Yedim, Özkan’dan Olduramadım… Gecenin en güzel anlarından biri Mazhar’ın “biz sizin şarkılarımıza eşlik etmenizi çok seviyoruz, bu yüzden sesim kötüymüş, yanımdaki ne dermiş diye düşünmeden bağıra çağıra bize eşlik etmenizi istiyoruz, ben bile şarkı söylüyorum el insaf” diyerek seyirciyi gülümsetip, konserin bir parçası yapmaları oldu. Yeni albüm
parçalarını çalarken, “Şimdi doğal olarak şarkıları bilmiyorsunuz, o yüzden eşlik edemiyorsunuz, ama biz buna alışık değiliz, biz sizle birlikte söyleyince mutlu oluyoruz, o yüzden çıkışta alıp ezberlemeniz için yanımızda albüm getirdik” esprisi günün lafı oldu. Bütün bu performanslar arasında Özkan ve Fuat’ın dinleyicilerle yaptığı ses sınavı (Mesela “Haydi haydi hov”, diyorlar biz tekrar ediyoruz, gibi) Özkan’ın çıkardığı ses efektleri ile dolu dolu bir konser oldu. Derken konser saçma bir şekilde grup tam Sude’ye girecekken amfilerin birden gitmesiyle pat diye sona erdi. MFÖ de şaşırdı ama “Amfiler gitti, güle güle, görüşürüz,” diyerek gitti. Herkes bunu mizansen sandı, ama yok gerçekten gittiler, seyirciler bir on beş yirmi dakika kadar daha tezahürat yaptılar, ama sorun giderilemeyince MFÖ de sahneye geri dönmedi, bir anonsla birlikte oradan ayrılmak zorunda kaldık.







Pazartesi gününün konseri Birsen Tezer ve Bülent Ortaçgil’di. Konukları da Erkan Oğur. Ben de dostlarım Yusuf ve Burcu ile düştüm yollara. Daha önce Ortaçgil konserlerine birçok kez gittiğim için, konserlerin adeta bir ritüel, bir ayin gibi geçeceğini biliyordum, ancak daha önce Birsen Tezer konseri izlememiştim. Şarkılarına hakim olmadığım bir isim. Konserin ilk yarısında Birsen Tezer sahne aldı. Cazla harmanladığı özgün tarzıyla şarkılarını seslendirirken bir yağmur başladı, ben böyle bir yağmur görmedim, sanki tufan çıktı. Bir ara göz gözü görmedi, şarkılara konsantre olmakta zorluk çektiysem de bu benim konser keyfimi bozamadı, zaten Tezer’in sesi şelale gibi, bir de yağmur yağınca tamamen uyumlu bir atmosfer oldu ama kuru olan da tek bir noktamız kalmadı. Tezer bir saatlik performansından sonra sahneyi Ortaçgil’e bıraktı ve tahmin ettiğim üzere Ortaçgil o usul usul, dingin ama coşkulu tarzıyla klasiklerini ve “hazır sizi bulmuşken ve yağmur da varken” diyerek her zaman çalmadıkları şarkıları seslendirdi. Ortaçgil’i izlemek insana huzur veriyor. Ortaçgil de çok mutlu oldu gördüğü ilgiden, “zaten yağmur yağıyor, o yüzden çok konuşmayıp şarkıları arka arkaya söyliycem” dese de, seyircilerin ilgisinden dolayı durup durup “çok teşekkür ederim her birinize hala bu yağmura rağmen burada kalıp dinlemeyi tercih ettiğiniz için” diyerek memnuniyetini gösterdi. Bir ara yağmur hızını artırıp herkes kapüşonlarını kafasına geçirince Ortaçgil patlattı espriyi: “sanki karşımda komandolar varmış gibi.” :) Sık sık sorduğu “keyfiniz yerinde mi, keseyim mi konseri” sorusuna, “devaaaam” yanıtı aldıkça daha bir keyiflendi ve o keyifle söyledi Değirmenleri, (gene iki gün önce Şebnem Ferah da söylemişti sahnede), Denize Doğru’yu, Bu İş Zor Yonca’yı, Benimle Oynar Mısın’ı, Olmalı Mı Olmamalı Mı’yı ve tufan gibi yağmura cuk oturan “Bugün Yağmur Bir Kadın Saçıdır”ı ve daha nice Ortaçgil klasiğini. Erkan Oğur’la paslaşmaları, Erkan Oğur’un şahane perdesiz gitar soloları ve bilhassa Birsen Tezer’i yeniden sahneye çağırarak üçlü olarak icra ettikleri efsanevi Çığlık Çığlığa performansı ile mestlerden mest beğendik. Eve dönerken dışımız yağmurla, içimiz Ortaçgil-Oğur-Tezer’le yıkanmıştı…




Harbiye konserlerinin şimdilik benim için son etabı Teoman konseri oldu. Alışılmışın dışında dinamik ve hareketli bir konser olacak diye duymuştum, öyle de oldu. Son dört konserin aksine lokum gibi bir havada gerçekleşen Teoman konserinde, Teoman her zamanki gibi cooldu ama o da beş günde gördüğüm diğer sanatçılar gibi farklı bir dinamizmle söyledi şarkılarını. Şarkıları sahnede dolanarak söylerken sanki yolda yürürken kendi kendine söylüyormuş gibi havası vardı ve bu da çok doğal bir ambiyans yarattı. Ben öyle hissettim. Beş günün en kalabalık konseriydi, hele Teoman konserin sonuna doğru bir ara arkadaki seyircileri de öne çağırınca merdivenler bile tıklım tıkış doldu. Teoman klasik şarkılarını birbiri ardına söylerken kah kendini yerlerden yerlere attı, kah sahnede bir oraya bir buraya dolanarak dinleyicisiyle beraber söyledi, kah bağırdı çığlık attı, kah gitar sololarıyla ağzımızı açık bıraktı ama her halükarda Teoman bitmiş diyenlere cevaben “hadi ordan, kim bitmiş” dedirtti. Seyircilerin reaksiyonu inanılmazdı, öyle ki bazen Teoman mikrofonu seyircilere bıraktı ve biz söylerken Teoman bizi hayran hayran dinledi. Bazı –daha önceden tanıdığını düşündüğüm- hayranları ile selamlaşmalar oldu. Konserin en eğlenceli kısımlarından biri, Teoman’ın arka taraftaki seyircileri öne davet ederken, “bu protokoldekiler ruhsuz, yarısı arkadaşım, sizin enerjiniz harika” demesi oldu. Bir parantez açayım burada. Melisa Uzunarslan’ı yeniden Teoman’la görmek mutlu etti. Bir süre önce ayrılmışlardı çünkü. O da gerek vokaliyle gerekse keman sololarıyla Teoman konserinin en dikkat çekici isimlerinden oldu. Sahnede genellikle hareketsiz, olduğu yerde şarkılarını söyleyen Teoman’dan bambaşka bir Teoman izledik bu gece. Şarkı aralarında ismini öğrenemediğim çılgın bir saksafoncunun saksafon soloları ile gitaristin gitar soloları gecenin en muazzam ayrıntılarından oldu.





Konserlerde genel geleneğim bozulmadı ve biletimiz birkaç sıra yukarıda olsa bile konseri en önde bitirdik. Bileti verip konser alanına girince ilk dikkat ettiğim şey en ön(ler)de yer olup olmadığıdır ve boş bi yer görünce avına atılan aslan gibi o noktaya kilitleniyorum. Bu konserlerde de öyle oldu. Konsere nerede başlarsak başlayalım, te en öne geçmeden bitmedi konserler. Bu konuda yeteneğim var, şans da benden yana oldu çok şükür, çünkü ben bir konseri ya en önde izlemeliyim ya hiç izlememeliyim, sanatçıyı görüp de göz göze şarkılarını söylemeyeceksem evde oturur kliplerini izlerim. :)
 
Yusuf ve ben
D&R’ın açtığı imzalı CD standı ise güzel bir düşünce olmuş. Bülent Ortaçgil’in, Şebnem Ferah’ın, Athena’nın, Teoman’ın imzaladığı (MFÖ imzalamamış) sınırlı sayıda imzalı CD’ler benim gibi arşivciler için güzel bir arşivlik oldu. Gerçi Şebnem ve Athena’ya yetişemedim ama Bülent Ortaçgil ve Teoman CD’lerinden imzalı bir kopya kapabildim.


Konserin teması yağmurdu adeta, zira beş günün dördü şakır şakır yağmur altında geçti ve yağmur konserlere romantizm katmakla birlikte, bilhassa Birsen Tezer ve Bülent Ortaçgil konserinde adeta tufana dönüşmesiyle konsere ayrı bir anı kazandırdı, zira bir ara göz gözü görmedi ve konsere adapte olamadım. Yağmur demişken bir ayrıntı da gözümden kaçmadı. Yağmur adeta yağacağı zamanı bilirmiş gibi, genelde yağmur temalı şarkıları olan sanatçıların konserinde akıttı gözyaşlarını. Zira bu beş konserdeki sanatçıların hepsinin ortak yanı yağmurla ilgili doğrudan veya dolaylı olarak şarkılarının olmasıydı. Misal Bülent Ortaçgil’in “Bugün yağmur bir kadın saçıdır,” MFÖ’nün “Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da”sı, Teoman’ın biste söylediği “Yağmur”, Şebnem’in Saatim Çalmadan şarkısında geçen “Yağmur yağmış her yer yıkanmış,” dizeleri ortamın ambiyansına ayrı bir hoşluk katan ayrıntılar oldu. Gene izleyicilerin konserlerden o yağmura rağmen erken çıkmaması çok hoşuma gitti. Genel olarak konserlerin tıklım tıklım dolması muazzam ve umut verici bir görüntüydü, bilhassa kültürel kuraklığa boğazımıza kadar battığımız bu günlerde…

Konserlerini izlediğim sanatçılardan birçoğu daha önce konserlerini izlediğim isimlerdi, bu yüzden konserlerin gidişatını az çok tahmin ediyordum. Ama Harbiye konserlerinde herkes ayrı bir coşkuluydu, Şebnem hiç olmadığı kadar konuştu, tepedekilere laf soktu, espriler yaptı, Athena akustik konser olarak başladı ama dayanamayıp seyircilerden gelen gazla normal çılgın konser ritimlerine döndü, Teoman bir an yerinde duramadı ve genelde melankolik ve yerinden fazla kıpırdamaz cool tavırların aksine sahnenin her köşesine gitti, kendini yerden yere attı ve Teoman bitmiş diyenlere ters köşe yaptı, MFÖ yeni albümün ilk konseri ile slov başlayıp ikinci yarıda bizi zaman tüneline soktu ve anlattıkları anılarla bizi kahkahalara boğdu, Birsen Tezer&Bülent Ortaçgil&Erkan Oğur bilhassa üçlü performanslarında beraber seslendirdikleri Çığlık Çığlığa performansıyla ağzımızı açık bıraktı, üstelik yağmurdan kuru tek bir noktamız kalmamışken yerimize mıh gibi çaktı.

 Konser seyircisine de büyük büyük kocaman bir alkış yollamak istiyorum, zira ben hayatımda bu kadar nezih, bu kadar konser kültürünü bilen, bu kadar saygılı seyircili konserler çok az gördüm, hem sahneye eşlikleri hem de reaksiyonları, hem susulması gereken yerde susmaları ile görmek istediğim hareketler sergilediler. Tek eleştirim, konser boyunca bazıları sürekli dolandı durdu alanda, konser için gelmişsin otur da dinle değil mi? Neyse bunlar bile heyecanımı ve coşkumu engelleyemedi, seyirciler göz gözü görmeyen yağmurda bile terk etmediler alanı ve sonuna kadar kalıp sanatçılara da moral oldular. Bilhassa Bülent Ortaçgil durup durup “kaldığınız için çok teşekkürler,” “isterseniz kısa kesebiliriz,” demesine rağmen, herkesten “devaaaaam” sesleri yükselince tekrar tekrar teşekkür etti. Sanatçıların seyirciyle iletişimi de çok güzeldi, seyircisine saygı duyan, onları konserin izleyicisi değil parçası olarak gören sanatçılara ayrı bir hayranlık duyuyorum. Bu sanatçılar boş yere büyük isimler edinmiyor. Seyircinin onları özel hissettirdiği kadar onlar da dinleyicilerini özel hissettirdi. Birsen Tezer’in instagram’da paylaştı seyirci videolarında kendimi görmek o konsere gidebildiğim için ayrıca şanslı hissettirdi.
foto: Yusuf Pişkin
Konserin benim açımdan eksik tek yanı kulise girememek oldu, giremeyeceğimi tahmin etsem de, kulise girsem konserler benim için daha tamam olacaktı, olsun büyük keyifti. Bu satırları yazdığım sırada 10 günlük bir konser aram var ve Temmuz ayı benim için 1 Temmuz Yaşar Sanat Performance Hall konseri ve 2 Temmuz Tarkan Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava konserleri ile başlayacak. İzlenimler ise burada olacak.

Hülasa bu konserler hayatımın zenginliklerine yeni bir zenginlik kattı. Her biri unutulmaz anılar ve melodiler getirdi hayatıma. Siz siz olun konsersiz, müziksiz ve kültürsüz kalmayın, zira sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş misali, kalan tek damarımızı güçlendirmek, sürdürmek biz müzik/sanatseverlerin elinde.

16 Haziran 2017 Cuma

YAŞAR - ŞEHİR YALNIZLIĞI 2. BÖLÜM (Şarkılar Bana Ne Anlatıyor)

YAŞAR - ŞEHİR YALNIZLIĞI

2. BÖLÜM: ŞARKILAR BANA NE ANLATIYOR



Albüm yazısının bu bölümünde, yeni Yaşar şarkılarının bende uyandırdığı duyguları kendimce "duyduğum" hikayelere dönüştürerek kaleme (klavyeye) dökmeye çalıştım. Bir nevi şarkıları İstanbul’a dair farklı çağrışımlarla anlamlandırdım kafamda. Şarkıların her birini farklı bir erkeğin gözünden anlatıp İstanbul'un farklı noktalarıyla özdeşleştirdim. Denemem başarılı oldu mu, buna siz karar verin.



Şarkı albüme adını veren Şehir Yalnızlığı ile açılıyor. Şarkının modern İstanbul’u yaşatan tek şarkısı bu belki de, zira öyle bir zamandayız ki, kalabalıklar içinde yalnız hissetmeyi hiç bu kadar yaşamamıştık. Bir yandan birbirimizle hiç olmadığı kadar –sanal- bir iletişim halindeyiz, bir yandan ise hepimiz tek başımıza yalnız dünyalarımızdayız. Bu şarkıdaki adam, modern zamanların İstanbul’unda yaşayan bir eski zaman beyefendisi, iflah olmaz bir şehir yalnızlığını içinde yaşarken, bir yandan giden sevdiğinin ardından yas tutuyor. Geçmişi “dilinde unutulup gitmiş bir şarkı” ile “nerde eski divaneler” diyerek anarken, bir yandan hayatı boyunca yaşadığı vedaları hatırlıyor ve her sabah güne giden sevgilinin aynadaki hayaline bakarak başlıyor. Bu yorucu yaşam içinde özlemle yoğruluyor. (Albümdeki “nerde eski divaneler” ile Yaşar’ın ilk çıkış şarkısına gönderme yapması ayrı bir hoşluk olmuş.)
Albümdeki favori dizem: Her sabah aynada seni görmekten yoruldum, gelip al gözlerini…


Albümdeki ikinci adam, aşık bir kabadayı… Aşkıyla coşan, coştukça naralar atan, sevdi mi tam seven, sevdiği için dünyayı yakan bir kabadayı… Kumkapı’da bir meyhanede bu adam, aşkından sarhoş, arkadaşları toplamış etrafına, bir rakı masasında, Müzeyyenli bir fasılın ortasında, keyfi gıcır. Öyle ki, “bu gece aşkı biraz fazla kaçırdım,” diye itiraf ediyor, “kalbim dönüyor”. Yalnızlığına veda edip, “yasaklıyor hüznü halka açık yerlerde”. Bu coşkulu gecede, “naralar atıp atıp”, “adını göğsüne yazıyor” sevdiğinin. Eski zaman aşıklarından bu adam ve adeta sevgisiyle bütün İstanbul’u aşka boğuyor. en son hem rakının hem de aşkın sarhoşluğuyla bütün İstanbul'u öpüyor.
Albümdeki favori dizem: saçını okşadım yalnızlığımın, seni bir daha buralarda görmeyim dedim, yasakladım hüznü halka açık yerlerde, hayatımda ilk defa bu kadar sevdim


Albümdeki üçüncü adam, romantik bir üniversiteli. Aşk Bozumu’nda sonbahar manzaralı bir İstanbul’dayız. Havalar soğumakla soğumamak arasında ve ayrılığın mevsimi sonbahar tüm ağırlığıyla üzerimize çökmüş. Genç bir adam martılara simit atarken aklında uzun süre önce gitmiş olanın hayali, İstanbul’un vapur sefalarına düşüyor yol bu şarkıda, genç adam belki kaldığı yurda dönüyor, belki de üniversiteye derse yetişecek. Bu aşk bozumunda iki yaralı kalp hasat. Papatyalarla “seviyor, sevmiyor” falı bakıyor, en ufak bir umut kırıntısına hasret ve başka hiçbir şeyi düşünemez olmuş, baktığı her yerde giden sevgiliden bir iz arıyor, ortak şarkılarını dinliyor, onunla o anda aynı duyguda buluşmuş olmayı diliyor. “Şimdi biz senle ayrı ayrı şehirlerde, aynı şarkıyı dinliyoruz belki de, benim aklım sende seninki nerde” diyerek, olmaz a, bir cevap vermeyi ve sevdiğinin de onu düşündüğüne inanmak istiyor. Bir an belki şu an hayatında başkasını olduğunu düşünerek hüzünleniyor. (Adeta Kumralım şarkısında sorduğu üzere “orda her kiminleysen belki sevgilinleysen, söyle kumralım için sızlamaz mı?” misali.)


Albümün en delidolu şarkılarından Anca’da yirmilerinde havai ve kendine özgüvenli bir genç adam var. Muzip bir yanı, şeytan tüyü var ve büyükçe bir egosu var. Daha aşk acısından nasibini almamış, biraz şımarık, hayatı toz pembe yaşayan ve hiçbir şeyi pek ciddiye almıyor. Clubber tarzı, İstanbul’un gece kulüplerini gezen, ekonomik durumu iyi ve eğlenceyi hızlı yaşamı seven bir profili var. Belki de ilk kez ciddi bir şeyler yaşamış ve beklemediğinin aksine bu terk ediliş ona koymuş. Bu yüzden terk edildiğine inanamıyor ve afallıyor. “Madem kalbimden gittin, hala ne işin var aklımda” diyor. Sonra kuyruğu dik tutmak için “zaten beni başka sevdin, aşk diyorlar buna her lisanda” diyerek üste çıkmaya çalışıyor, aşk terazisinde baskın gelmeye çalışıyor. Bu gelgitler şarkı boyunca gösteriyor kendini. “Bu neyin inkarı, kalbinin hünkarı, ömrünün son karı ben değil miydim,” dedikten sonra, gene direksiyonu eline alıyor: “dünya bir gün dönmediğinde, sular alev alıp sönmediğinde, kalbinden vurulup ölmediğinde, sen anca o gün beni unutursun” diyor. Böyle örnekler ne çok var aslında gerçek hayatta da. Albümün en keyifli ve matrak şarkılarından. Hele o aradaki gitar soloları, bas yürüyüşleri insanın kulağına dolarken, bir disko havası veriyor şarkıya. (İlter Kurcala tarzını nasıl da gösteriyor). Derken giren o saksafon solosuyla başka bir yöne gidiyorsunuz.


Bir sonraki şarkıdaki adam 50’lerinde, her gece tek rakısını içen, dost çevresi sınırlı, çok etliye sütlüye karışmayan ama çevresinde sevilen sayılan bir esnaf. Uzun süredir belki 30 yıldır belki daha fazladır buralarda. Yolu sık sık Nevizade’ye düşüyor ve iki tek atmayı seviyor. Efkarlanıp bir of çekiyor sık sık, geçmişte yaşadıklarına kederleniyor. Gençken sevdiğiyle tozunu attırdığı Nevizade’yi hatırlıyor. Artık çok zaman geçip gitmiş o zamanların üzerinden, sevdiği ile arasına kara kedi girmiş, bu yüzden hiçbir şeyin çok sevdiği Nevizade’nin bile tadı yok. Sitemkar soruyor: “Sen o zalim ayrılığa, hangi akla hizmet uydun?” bir zamanlar ona neşe veren Nevizade’de artık tek başına acısını rakıya meze yapıyor. Bir klarnet sesi anıları yerlerinden çıkartıyor, adam her içtiği kadehte sevdiğini hatırlıyor ve boğazı düğümleniyor. O an sanki sevdiği yanındaymış gibi hissediyor Nevizade Sokağında. Sonra yalnızlığıyla gözünden yaşlar boşanıyor sessiz. Bir yandan düştüğü duruma yarı utanarak. Sevdiği unutsa bile, adam unutmayarak aşkını yaşatmaya yemin ediyor. Klarnet solosu iç yakarken, Nevizade ruhunu birden kulaklarınıza getiriyor, siz o am orda oluyorsunuz.
Albümdeki favori dizem: Sen bile bilmiyorsun ne, beni ayakta tutan, yaşadığım bu şehirde, senin de yaşıyor olman.


Albümün 6. şarkısında, yıllar sonra İstanbul’a dönen 40’lı yaşlarında bir adamın aşkının izleri peşinde Yüksek Kaldırımdan İstiklal’e çıkışı ve aşkının izlerini bulamadığı gibi hiçbir şeyin aynı kalmadığını görerek yaşadığı hayal kırıklığı var. Markiz burada bir sembol olarak beliriyor. Eskilerin en favori buluşma noktası olan, nice aşkın fonu Markiz pastanesi biten bir aşkın simgesi Markiz’in çoktan kapanması, çoktan bitmiş bir aşkı simgeliyor. Adam yıllarca gezip dolaşıp aşkın esaretinden kurtulmak isterken gene dönüp dolaşıp kendini çoktan kapanmış Markiz’in önünde buluyor. O zamandan bu zamana her şey değişmiş, adam giden sevdiğinin yerine kimseyi koyamamış, yıllarca hep içinde saklamış eşine dostuna hatta kendine yalanlar söylemiş, kendini kandırmış/unuttum yalanına kanmak istememiş. Oysa öyle çok şey var ki içinde patlayıp taşmayı bekleyen, bir ihtimal ya görürsem diye geri dönüyor. Hiçbir şey konuşmadan sadece gözleriyle ifade etse kendini. Adam İstanbul’un her yerinde aşkını arıyor ama hiçbir şeyin tadı yok, birlikte bakmaya doyamadığı Boğaz bile çöl gibi karşısında, kah gülerek kah nefes nefese çıktıkları Yüksek Kaldırım’da şimdi yanında bilmediği insanlar geçip giderken tek başına yürüyor, Markiz’in kapanması biten aşka vurulan son darbe oluyor (mutlu son beklenir ya büyük aşklarda, bu aşkın mutlu sona ermemesini usulsüz olarak görüyor, tıpkı Markiz’in kapanmasının bir devrin sona ermesi olduğu gibi) (not 2: burada her şey usulsüz, derken sanki günümüzde İstiklal’in içler acısı haline de bir gönderme de aklıma gelmedi değil): “gel gör ki bütün büyük aşklar gibi yarım kaldı hikayemiz”. Gene nostaljiye kapılıp, bir akşam üstü bir yerden çıkacakmış ve gene ona sevda dolu gözlerle bakacakmış gibi bekliyor, yüzü sevda ardı Beyoğlu olan sevdiğinin. Gene de içinde o aşk oldukça o aşkın külleri de her daim yanacak, bunu biliyor, bunu da son satırında dile getiriyor: Sen neredeysen oralıyım ben, sıcacık aşkındır kalbimin yurdu.


Şerbet’te bu defa bir Divan şairi var şarkının ucunda. Sevgiliye methiyeler düzen, teşbihlerle, senalarla sevgiliyi yücelten, şiirlerinde sevgilinin gülüşünden, pamuk ellerinden, çocuk dillerinden, rüzgar saçlarından, gül bahçesi dudaklarından, kalem kaşlarından bahsetmekten zevk alan, sevgilisini ne kadar yüce sözlerle övse de bir türlü yeterli gelmeyen aşık bir şair bu. Bu aşk ona hep ilham veriyor ve “yeni bir şeylere başlıyor”. “Sen adama ne şarkılar yazdırırsın var ya, gözlerin gördüğüm en gerçek rüya” satırlarında görüyoruz sevgilisinin verdiği ilhamı. Sevgiliye güzellemeler yapıyor. Divan edebiyatındaki benzetmeleri andıran bu şarkının söylemi, nakaratta bu zamanlara dönüyor, “sen gibi sevgilim olsun bi milyon da borcum olsun” gibi güncel ifadelerle ilan-ı aşka dönüyor. Bu şarkının klibini çekecek olsam, aynı şarkıda buluşan iki devrin şairini konu alırdım. Modern aşkla divan edebiyatı zamanlarındaki aşkı yan yana karelerde betimleyen bir klip çekerdim. (Arada İlter Kurcala'nın kendini hemen belli eden tarzıyla attığı gitar solosu dinlerken bile mestten başımı döndürdü. Canlı da izlemiştim, adam gitarı çalmıyor, resmen parmağını değdirdiği yerde gitar yeniden şekilleniyor. O nasıl hız, nasıl parmaklar kaybolurcasına çalıştır.)


Son Göz Ağrım şarkısının mekanı bir düğün. “Neler neler gördükten sonra” bu kalp, “kaç ayırlık kaç ihanet”, en sonunda limanını buluyor ve bu şarkı da son limanını bulup dünya evine giren bir adamın düğününü taçlandıran bir düğün şarkısı oluyor. Dünyaevine girerken eskiye dair ne varsa, tüm elvedaları kapının önüne bırakıp yeni bir sayfa açıyor. Bu geceden sonra mutluluğa yol alınacak. Adam sevdiğine bu geceki büyük aşkı koruyacağına dair yemin ediyor ve yıllar sonra saçlarına düşen ilk akta bile bugünkü heyecanı ve aşkı koruması için sevgilisinden de aynısını istiyor: “tut aşkım bir ucundan sen de, ne kaldı şurda mutluluğa” Tüm geçmiş temize çekiliyor ve adam ilk kez mutluluktan ağlıyor, çünkü ilk kez onu bu denli aşık eden, hayatını gözleriyle bağlayan, ilk görüşte içine aşk saklayan ve mutluluktan ağlatan birini bulmuş ve bunu da nihayete erdiriyor: “sen benim son göz ağrımsın”. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…


Sıradaki şarkı, benim albümdeki favorim olup, hüngür şakır ağlatangillerden, çok etkilendiğim ve hep aynı yerlerinde boğazımı düğümleyen Seni Sevmeyi Sevmiyorum. Bir şarkı nasıl bu kadar içe dokunabilir? Sevdiği gittikten sonra dünyası kararan (“güneş batmış, bir daha hiç doğmayacakmış gibi, gece susmuş, tüm dünya dilsiz sanki) ve sevdiğini kafasından atamayan, canı çok acımasına rağmen, gene de bir türlü sevmekten vazgeçemeyen, bir de bunun acısını yaşayan… Ve o son çaresiz yalvarış: “çık içimden lütfen”… O lütfen derkenki sesin kırılması, acıtıyor çok fena. Hayat güzel yüzünü sevdiğini karşısına çıkararak göstermiş ama heyhat o da gidince kendini hayat tarafından kandırılmış hissediyor. Albümün son Murat Güneş şarkısı, adeta bilerek sıralamada buraya konulmuş gibi adamı penceresinde tek başına dışarı bakarken bırakıyor ve en başa, şehir yalnızlığı duygusuna geri dönüyoruz. Şehir Yalnızlığı’nda “Her sabah aynada seni görmekten yoruldum, gelip al gözlerini” diyordu, ona acı veren bu aşktan kaçmak istercesine, burada da “çık içimden lütfen” diyerek acı veren bu aşkı unutmak istiyor (da istemiyor). Bu şarkı aklıma ister istemez Acıtmıyor Sevdan’ı getirdi, orda ne diyordu: “batıyor ama acıtmıyor senin sevdan.” Bu şarkıda ise Acıtmıyor Sevdan’ın aksine her yerine aşktan sivri bıçaklar saplanan bir adamın acısı var. Bu defa batıyor ve acıtıyor… Bu yüzden sevmeyi sevmiyor, çünkü aşkı kalbine batıyor, acıtıyor. (Her anlamda çok vurucu şarkı ve içimden yerine gitti, Murat Güneş’e de içimi yazan bu şarkı için teşekkür mü etmeli, gizli sırları aşikar ettiği için aşk olsun mu demeli bilmiyorum. Ağlattı beni adam.)


Albümün versiyon şarkısı olan Markiz Flamenko dışındaki kalan iki şarkısından biri Yaşar imzalı Ölmek Var Dönmek Yok. Yaşar’ın zamanında Nilüfer’e verdiği, Nilüfer’in 2001 yılı çıkışlı Büyük Aşkım albümünde söylediği, Yaşar’ın daha önce bir kez radyo programında seslendirdiği ama daha önceki albümlerinde yer almayan, ben başta Yaşarseverlerin yıllardır Yaşar’ı “albüme al, albüme al” diye darladığı o efsane şarkı nihayet bu albümde Yaşar sesiyle kayıt altına alınmış oldu. Ölmek Var Dönmek Yok, Yaşar’ın Divane zamanlarındaki coşkulu ve tutkulu aşık dönemlerinin bir şarkısı. Divane’deki gibi sevdiği için yeri göğü delen bir adam var, sevdiğinin aşkı uğruna ölmek var dönmek yok, diyor, sevdiğinin kalbini fena kırmış ve kendini affettirmek için çırpınıyor. Sevdiği gelme diyor, adam o divane haliyle, “prangalar tutmaz beni” diyor, yerinde duramıyor, “kalmalar avutmaz beni” diyor. Sevdiği ondan yüz çevirdikçe, affetmedikçe aşkı da büyüyor, hırsı da. Sevdiğinin gönlünü yeniden alana kadar yürüdüğü yollardan dönemez, çünkü alışmamış caymaya. Bir yandan kendini de biliyor, deli gönül bunlardan ders al diyemiyor, sevgilinin kalbini yeniden kazanmak, gönlünü almak için “ölmek var dönmek yok”, “yanmak var sönmek yok”, yani vazgeçmek yok, pişmanlığını sevdiğinin de görmesini istiyor. Ama sevdiği kapı duvar, halinden anlamıyor. Sevdiği gelme dedikçe, durduğu yerde duramıyor, yaptığı hatanın bedelini sevdiğini kaybederek ödedi, çırpındı durdu kendini affettirmek için, şimdi sevdiğine hakkı geçiyor, en azından hakkını helal et diyor.

Bu şarkının Nilüfer versiyonu daha gümbür gümbürdü, introsu olsun, ortadaki ‘Aman, aman, aman ne zor bir zaman” kısmı olsun, Yaşar versiyonunda daha alt tondan, daha sakin ve sade bir düzenleme var. Yaşar bir söyleşisinde, Nilüfer’e şarkıyı bu formda verdiğini, sonra düzenlemesinin değiştirildiğini söylemişti. Dolayısıyla şarkının ilk çıkış haline tanık oluyoruz bunu da not olarak belirtmek istedim. Gümbür gümbür hali kadar, bu versiyonda aynı şarkıya farklı bir doku katmış ve keyifli olmuş. Yaşar’dan bir Yaşar cover’ı gibi.


Albümün son sıfır şarkısı da, yıllar önce Nedim Zeper’in parlattığı Alper Arundar şarkısı Şakası Yok. Bu şarkı da Yaşarseverler tarafından yıllardır Yaşar söylese efsane olur denilen bir şarkıydı ve nihayet bu albüme kısmetmiş. Bu şarkıda, ayrılık karşısında çaresiz kalan bir adamın sevdiğini kendine getirme çabası var, adamın dilinde tüy bitmiş, “ayrılık, şakası yok bunun, artık yorgunum biliyorsun” diyor adam, usanmaya ve vazgeçmeye başlamış, ama bir yandan sevdiğini bir daha göremezse dayanamayacağını biliyor, bu yüzden tam vazgeçmişken yeniden sevdiğini geri döndürmeye çalışıyor. Aşkın son evreleri, ayrılık kapıda ve adam burada Ölmek Var Dönmek Yok’taki gibi çabalayan rolde. Kumralım şarkısında ne diyordu: “Sahip olduğum her şeydin, her şeyimi alıp gittin”, bu şarkıda sevdiğinin yokluğunda nefes alamıyor, giderse nefesi de (her şeyi de) gidecek, nefesini tutmuş sanki verirse ayrılık olacakmış gibi panikte: “aldığım nefesin yokluğun, verişi yok bunun biliyorsun” Sevdiği de teselli etmeye çalışıyor, ama adam ağlamaklı, kalakalıyor, gülemiyor, soluk alamıyor, işler ciddiye binmiş sanki ilk defa. Bu gerçek karşısında “söz desen veremem” o yüzden susuyor ve çaresizce sevdiğinin insafa gelmesini ve korktuğunun başına gelmemesini (ayrılmamayı) diliyor.


Albümün kapanışı, benim şahsi olarak ikinci favorim olan Markiz’in buram buram 90lar kokan gitarlı Flamenko versiyonu oldu. O ses efektleri, gitarlar, o şarkı yürüyüşü… Yaşar’ın 90larda çıkan albümünde yer alsa asla yadırgamazdık, öyle bir güzel düzenleme olmuş. Gitarlı Yaşar zamanlarını özleyenlere bir parmak bal çalıyor. Buradan gene tek kişilik dev kadro Mehmethan Dişbudak’ın sihirli ellerine sağlık deyip teşekkür ediyorum.


Yazıyı bitirmeden bu albümle ilgili beni mutlu eden bir husustan daha bahsetmem gerek. O da Yaşar’ın bu albümle birlikte nihayet çok doğru bir PR atağı yapması. Zira Yaşar’ın en zayıf bulduğum yönü iyi bir PR’ı bir türlü yapamaması ya da yeterli derecede yapamaması idi (tabi bu benim gözlemlediğim, belki de ona yetiyordu, bilemem). Konserler ful çekiyor, evet, ama en güzel albümü bile yapsan, PR devrinde bunu iyi kullanamazsan albüm istenen yere ulaşamıyor. Emel Yalçın PR ajansıyla çalışmaya başlayan Yaşar, çok doğru bir hamle ile şarkılarını ilk kez radyoculara dinlettiği bir lansman düzenledi ve doğru stratejilerle Yaşar’ı çok şükür günde en az üç kere radyolarda konuk olarak dinleme mutluluğuna kavuştuk. Yaşar’a da ikinci baharını yaşattı bu albüm. Bunda albümün şarkılarının muhteşem olmasının payı olduğu kadar, gerekli PR çalışmasının da nihayet bu albümle yapılmasının payı da var. Bu konuda da Emel Yalçın’a teşekkür etmeliyiz.


Yazıyı kapatmadan önce, albüm çıkış şarkısı Nara’nın klibi hakkında da birkaç şey söyleyeyim içimde kalmasın. Bu klibi, Nara şarkısındaki o coşkuya göre fazla karanlık buldum. Ben şarkıyı ilk duyduğumda daha başka sahneler canlanmıştı aklımda ve bu şarkıya şöyle meyhane vb. bir mekanda arkadaşlar, dostlar ve konu mankeni bir kadınla bir masada Yaşar’ın masada başlayıp sahnede bitirdiği çalmalı, coşmalı, eğlenceli bir performans klibi hayal etmiştim. Yaşar klibin başındaki gibi evde “Şehir Yalnızlığını” yaşarken (hatta fonda Şehir Yalnızlığı tınıları duyulurken) bir telefon geliyor, dostları Yaşar’ı dışarı çıkmaya ikna ediyor, Yaşar böylece evden çıkıp o meyhane ya da eğlence mekanı oraya gitmesiyle birden Nara moduna bürünüyor, başta isteksiz ve sıkkın gibiyken içeri girdiğinde konu mankeni kadını görüyor ve böyle masada başlayıp sonra sahnede Nara performansı yaparken gördüğümüz bir mizansenle bitiyordu. Keşke Metin Arolat ve Divane zamanlarının efsane klip yönetmeni Süleyman Yüksel'le kesişse yolları yeni kliplerde.

Bu anlamlandırmalar benim şarkıları duyduğumda kafamda oluşan imgeler. Benim için her biri kalbimin ayrı bir yerine dokunan bu şarkılar sizi mutlaka bir satırıyla, bir sözüyle, kulağınıza çalınan bir klarnet sesiyle yakalayacak...


ALDIM, DİNLEDİM, YAZDIM - YAŞAR - ŞEHİR YALNIZLIĞI

20. SANAT YILINDA 10. ALBÜMÜ ŞEHİR YALNIZLIĞI İLE YAŞAR

İstanbul Beyoğlu şu anda içler acısı haliyle yüreklerimizi burkadursun, Yaşar yeni albümü Şehir Yalnızlığı ile adeta o eski, güzel, özlediğimiz İstanbul’dan kartpostallar atıyor…


2017 yılı müzik açısından çok bereketli geldi, uzun süredir beklenen birçok albüm arşivlerimize ve kulaklarımıza yerleşirken, nice albüm de ha çıktı ha çıkacak. Benim 4 senedir beklediğim Yaşar albümü ise bu yıl 9 Mayıs’ta raflardaki yerini aldı. 20. sanat yılını kutladığı bu yıl 10. albümüyle gözlere ve kulaklara neşe getiren Yaşar uzun süren albüm arasını çok klas bir İstanbul albümüyle kapattı.


Yaşar bu albümde ilk kez albümün neredeyse tamamına yakınını müziğin başka bir usta ismi olan Murat Güneş’e emanet etmiş ve çok iyi yapmış. Kendinin 1, Alper Arundar’ın 1 şarkısını ekleyerek kendi sularını da Murat Güneş’in denizine katmış. Kendisinin ifade ettiği gibi, kendisini nadasa bıraktığı ve uzun süredir eline kalem kağıt almadığı bir dönemde, bu albüm, Yaşar’a kariyerinde yepyeni bir soluk getirirken, bir yandan da İstanbul’a dair özlemle andığımız ne varsa hepsini Yaşar sesiyle adeta bir fotoğraf albümü gibi önümüze seriyor. Herkes de bu nostalji duygusuna çok özlem duyuyor olmalı ki, albüm haftalardır müzik marketlerin ve listelerin ilk sırasında yer alıyor. Bu albüm Yaşar’ın da kariyerinde uzun süre sonra yüzünü güldüren bir albüm oldu.

Şarkıları tek tek ele almadan önce albüm hakkında genel bilgiler vermeli. Albüm Seyhan Müzik etiketiyle 9 Mayıs’ta raflardaki yerini aldı. Albümde 1’i versiyon olmak üzere 12 şarkı var ve şarkıların 8’inde Murat Güneş, 1’inin sözlerinde Hakkı Yalçın imzasını görüyoruz. Albümün Yaşar’a ait olan tek şarkısı, yıllar önce Nilüfer’e verdiği, benim ve Yaşar grubunun da yıllardır Yaşar’ı “albümünde söyleeee” diye darladığımız Ölmek Var Dönmek Yok. Bir şarkı da Alper Arundar’a ait, yıllar önce Nedim Zeper’den dinlediğimiz ve gene evrene saldığımız ‘Yaşar’dan dinleme’ dileklerimizin gerçek olduğu Şakası Yok.


Albümün düzenlemeleri tek kişilik dev kadro Mehmethan Dişbudak’a ait ve albümde Klarnetten, saksafona, mızıkadan flüte, trompetten ud-buzukiye, kanundan çelloya piyano-akordeondan kemana ve tabii ki gitarlara ve perküsyonlara kadar tam bir enstrüman zenginliği görülüyor ve her biri enstrümanın ustası müzisyenlerle albüm sizi alıyor kah Nevizade sokaklarının cıvıltısına taşıyor, kah hızlı adımlarla Yüksekkaldırım’da gezdiriyor, kah Kumkapı’da bir meyhanede naralar attırıyor, kah bir Beşiktaş vapurunda martılara simit atarken sevgiliyi düşündürüyor, kah çoktan kapanmış Markiz’in önünde eski Beyoğlu’na selam verdiriyor, kah boğaza bakıp düşüncelere daldırıyor ve o zamanları yaşamış olanlara (yeni nesil için üzgünüm) bir özlemle karışık oh dedirtiyor.

Albümün teşekkür notu sade ama etkili: “Bana müziği sevdiren herkese teşekkürler”. Bu kısa notu hem günümüzde hem de geçmişte Yaşar’a ilham veren müzisyenlere ve sanatçılara bir selam duruşu olarak algıladım. Az ama öz ve kapsayıcı bir teşekkür notu olmuş.


Albüm kapağı, eski İstanbul nostaljisini akla getirircesine siyah beyaz. Yaşar profilden gözlerinde özlem dolu bir bakış ile albümün adına yakışır bir duruş sergiliyor. O bakışlarda hasret, yalnızlık, umut, bekleyiş, gözyaşı, sonbahar var. Beyaz fonun önünde, Yaşar’ın siyah beyaz olduğu kapak albümle tutarlı şekilde eskiye özlemi anlatırken yeni başlangıçlara, beyaz sayfalara da göz kırpıyor.

Albüm kapağı ve iç fotoğrafları melankolik ve koyu tonlarda. Yaşar yalnızlığında kendi kendini oyalıyor gibi bir halde. Fotoğraflarda kah gülüyor, kah elinde bir trompet tutuyor, kah uzaklara dalıp gitmiş bir bakışla bakıyor.

Albümün styling’i, benim de çok sevdiğim dostum Oğuzhan Coşkun’a ait ve Yaşar’ın içindeki o cool adamı mükemmelen ortaya çıkarmış. Takım elbise hakikaten çok yakışıyor. Albümün fotoğrafları Zeynel Abidin Ağgül ile Adem Eser’e ait ve uzun zamandır bu kadar bakmaya doyamadığım albüm fotoğrafları görmemiştim. Fondaki Ertuğrul Ateş tablosu da dikkatlerden kaçmıyor.


Yaşar’ın yorumuna değinirsek, bu albümde Yaşar şarkıları söylemiyor adeta yaşıyor, hele bazı şarkılardaki acılı yakarışlar var ki, bu şarkıları belli çok içselleştirmiş Yaşar. Zaten benim hep şöyle –saçma da olsa- bir teorim var. Bütün sevdiğimiz o klasik şarkılar evrenin bir yerinde o halleriyle beklemekteydiler ve doğru insanı bulunca hopp diye kafasının içinden girip bize o kişinin sesiyle ulaşmaktaydılar. Bu albümde o muhteşem şarkılar Murat Güneş eliyle ve Yaşar’ın sesiyle ulaşıyor. Bir yerde yazmıştım, her bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığında hissediyorum ki Yaşar bir yerlerde şarkı söylüyor. Nilüfer’e verdiği Ölmek Var Dönmek Yok mesela. Nilüfer’de kararlı bir kadın sesiyle sevdiğine haykıran bir forma bürünmüşken, Yaşar’da aynı şarkı acı çeken bir erkeğin sevdiğine sesini duyurma feryadına dönüşmüş, sakin sakin mırıldanırken, birden şaha kalkan bir atın coşkusuyla bizi o yalvarışın gerçekliğine götürüyor. Şakası Yok da bilhassa adeta bir heyecan treni gibi Yaşar’ın yorumuyla. Sesi çıkıyor, iniyor, önce heyecanla tırmanıyorsunuz sonra zembereğiniz boşalmış gibi düşüyorsunuz aşağı. Bir an dingin bir deniz bir an dalgalı bir okyanus oluyor ve çok fazla içe işliyor. Bilhassa en sondaki feryat kısmında Yaşar harikalar yaratıyor, şarkı boyunca sesinin her rengini her tonunu duyuyorsunuz. Yaşar bu albümde şarkı söylemiyor, adeta içini döküyor. “Gelip al gözlerini” ya da “çık içimden lütfen” derken o çaresiz yalvarışı iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Ya da “aşığım ulan duysun bütün dünya” veya “bu gece İstanbul’u aşka boğasım var” dediğinde o çılgın aşığı, “şimdi biz senle ayrı ayrı şehirlerde aynı şarkıyı dinliyoruz belki de” derken Kumralım’daki özlemli genci buluyorsunuz.


Murat Güneş söz ve besteleri Yaşar duygusuna ve söylemine cuk oturmuş ve Yaşar da bu albümde yorumuyla adeta destan yazarak şarkılara muhteşem bir ses olmuş. Yaşar yazsa ancak böyle yazardı dediğim, her biri Yaşar için yazılmış, tam da Yaşar’ın üzerine dikilmiş bir elbise gibi oturan şarkılar bunlar. Yaşar duygusuna aykırı tek bir söz öbeği bile yok. Şerbet’te mesela gösterdiği matrak, muzip yanından, Şehir Yalnızlığı ya da Markiz’deki yağmur sesli aşkların adamına kadar buram buram Yaşar bu albüm. 90lardaki albümlerinden ayrı bir yere koyamıyorum o yüzden. Hem yepyeni hem de bildiğimiz gitar tınlayan Yaşar var bu albümde.

Murat Güneş (ve bir şarkıda Hakkı Yalçın) çok iyi tahlil etmiş belli ki. Bütün bunların sonucunda bu enerji ortaya başarıyı getirdi. Yaşar yıllardır görmek istediği liste başarısına kavuştu ve gerek çıkış şarkısı Nara, gerek genel olarak Şehir Yalnızlığı albümü Yaşarseverler kadar Yaşar’ın da yüzünü güldürdü.


Burada Murat Güneş’e bir parantez açma ihtiyacı hissettim, zira adını sevdiğim birkaç albümün künyesinde görüp, gerek kafiyeleri gerek günlük hayattan söyleyişlerin ustaca yerleştirildiği şarkı sözleri, gerekse o sözleri ölçü ölçü yüreğe dokuyan melodilerine vurulduğum Murat Güneş’in bu albümde resmen ustalıkta master yaptığını düşünüyorum. Adını ilk kez Nihan’ın Terk-i Diyar albümünde gördüğüm, daha önce Ajda Pekkan, Demet Akalın, Mustafa Sandal, Bengü, Serdar Ortaç, Berkay, Burcu Güneş, Özgün, Yonca Lodi, Atiye, Gökhan Türkmen gibi müziğin önde gelen isimlerine hit şarkılar kazandıran ve bu sene Kalp Farkıyla adıyla bir de single çıkararak 2017’yi parselleyen Murat Güneş bu albümdeki şarkıları yıllar içinde Yaşar için yazmış, insan hissedince ortaya çıkan eser de o kadar içe dokunur tezini haklı çıkarırcasına ilmek ilmek Yaşar şarkıları dokumuş. Kalemin güçlülüğü, söz sanatları, o ahenk, o tasvirler, o her detayı şarkıların içine ustaca yedirmeler ve bunun sonucunda albümü dinlerken başlı başına her şarkının ortamını ve duygusunu aklınızda canlandırabilmenizle büyük bir iş başarmış Güneş. O kadar birbirini tamamlayan, bütünlüklü şarkılar ki, bu eski, güzel ve özlediğimiz İstanbul kokan albümden bir şarkıyı çıkarsanız, albüm eksik kalır. Bir an aklımdan Gökhan Türkmen’e verdiği Sen İstanbul’sun da olsaydı diye geçirmedim değil.

Yazıyı bitirmeden bu albümle ilgili beni mutlu eden bir husustan daha bahsetmem gerek. O da Yaşar’ın bu albümle birlikte nihayet çok doğru bir PR atağı yapması. Zira Yaşar’ın en zayıf bulduğum yönü iyi bir PR’ı bir türlü yapamaması ya da yeterli derecede yapamaması idi (tabi bu benim gözlemlediğim, belki de ona yetiyordu, bilemem). Konserler ful çekiyor, evet, ama en güzel albümü bile yapsan, PR devrinde bunu iyi kullanamazsan albüm istenen yere ulaşamıyor. Emel Yalçın PR ajansıyla çalışmaya başlayan Yaşar, çok doğru bir hamle ile şarkılarını ilk kez radyoculara dinlettiği bir lansman düzenledi ve doğru stratejilerle Yaşar’ı çok şükür günde en az üç kere radyolarda konuk olarak dinleme mutluluğuna kavuştuk. Yaşar’a da ikinci baharını yaşattı bu albüm. Bunda albümün şarkılarının muhteşem olmasının payı olduğu kadar, gerekli PR çalışmasının da nihayet bu albümle yapılmasının payı da var. Bu konuda da Emel Yalçın’a teşekkür etmeliyiz.


Hülasa bu albüm tam anlamıyla bir şehir, daha özelinde bir İstanbul albümü ve bu albümde eski İstanbul’dan da, modern İstanbul’dan da izler bulmak mümkün. Bu albüm 2017 yılının bence en iyi albümü oldu şimdiden. Siz de fonda özlediğiniz, eski İstanbul’un olduğu, kimi hüzünlü kimi kahkahalı bir aşk filmi “dinlemek” isterseniz bu albüm size uzun yıllar eşlik edecek.

(Not: Yazının ikinci bölümünde tek tek şarkıları irdeleyeceğim.)