90'LARDA BEN…
Sevgili
postdaşım, hepinizin malumu olduğu üzere, ben de halen o dönemi yaşamış pek
çoğumuzun olduğu gibi 90’lar büyüsünden çıkamayanlardanım. Çocukluktan çıkıp
gençliğe adım attığım ve aklımın erdiği yıllarda 90’ları yaşamak başlı başına
bir şansken, geçenlerde okumaya başladığım ve çabuk bitmesin/hatırladığım
şeyler silinmesin diye aralıklı okuduğum Yitik Ülke Yayınları’ndan 90’lar
Kitabı, beni 90’lardaki yaşamım üzerine düşünmeye itti. Eh madem kitapta yer
alamadım, ben de kendi serbest bölgemden yayın yaparım, deyip klavyem –ve uyku
durumum- elverdiğince bence 90’ları yazıyım dedim.
90 yılında
ben 7 yaşında bir velet iken, ilk aterimle tanıştım, annemin dayısının
Pendik’te bir beyaz eşya dükkanı vardı. Bana ordan bir Sega atari ve 1 değil, 2
değil, 3 değil, taaamm 7 tane atari kasedi almıştı babamlar. Öyle bakmayın
sevgili postdaş ne var der gibi bunda. Büyük olaydı o zaman, ne kadar pahalıydı
biliyo musunuz? Oyunlarım ise çok güzeldi, Michael Jackson’ın Moonwalker’ından
esinlenilen ve filminin birebir oyunu Moonwalker mı istersiniz, 80’lerin efsane
filmlerinden Hayalet Avcıları filminin birebir oyunu Ghostbusters mı dersiniz?
Hepsi vardı. Çok severdim oyunları ve o dönem için şahane grafiklere sahip
oyunlardı, sanırım atari devrinin son temsilcisi benim. Annemler oyunları
birden vermediler tabi ki bana, her ay “usluluk” durumuma göre teker teker
verirlerdi. Ben oyunlarımın hepsini bir arada bir sene sonra gördüm o derece
yani. J Oyunlardan sonuna ulaşabildiklerim oldu, bir türlü
bitiremediklerim de… Ninja diye bir oyunum vardı. İki boyutlu hep aynı yerine
kadar gelir bir türlü geçemezdim, velakin geçemedim de. Ahh keşke şimdi olsa da
oynasam. Bu aterimle ben yıllarca bıkmadan oynadım, oyunlar zart diye bitmediği
için baya uzun sürüyordu. Bir gün annem tarafından gene zart diye kuzenime
karne hediyesi olarak hediye edilmek suretiyle hayatımdan çıktı….
Ben o dönem
Sivas’ta yaşayan ve üniversite lojmanlarında gününü gün eden bir sabiydim. Tabi
o zamanlar da böyle ünlüleri çok seviyorum, kaset alıyorum filan,
okumuşsunuzdur önceki yazılarımdan birinde. Bir gün hayatıma 900’lü hatlar
girdi… Nö, nö, nö sevgili postdaş, bu 900’lü hatlar “ara beni boya beni”
hatları değildi! Aklınız yanlış yere gitmesin! J Bunlar sanatçıların ses kaydı ile
doldurulmuş para tuzakları olup, benim gibi safsalak ünlü delilerinin
babalarının cebine tutulan ateşti. Ama çocuk aklımla nerden bileyim. Annemlerin
yurtdışında oldukları ve benim babaannemle kaldığım bir zaman, aklınıza
gelebilecek her yeri aradım. O sıralar gazetelerde boy boy sanatçı telefon
numaraları ilanları çıkardı. Ajda’nınki 900 900 888’di mesela, hiç unutmam. Bu
hatlarda mesela Aşkın Nur Yengi o gün pazardan iki kilo patates aldığını
anlatır, ben “heyoooo aşkın nur yengi iki kilo patates alırken, telefon
faturası kol gibi kabarırdı,” kabarırmış yani, o sırada benim bundan haberim
yok, bir de diyorum ki, “babaaaneeee, gel seni zerrin özer’le” tanıştıriyimmmm”
Hah kendim tamamım zaten, bir de babaannemi tanıştırıyorum J J
Velakin 900’lü hatlar maceram, babamların yurtdışından dönüp 3 sayfa
uzunluğunda kol gibi faturayı görüp üzerimde güzel kol hareketleri yapmasıyla
sona erdi! J J (Sanırım o zamanın parasıyla 50.000
lira gibi bi şey gelmişti)
Babam: Bu
kim olm?
Ben: Ajda
Pekkan baba
(Çatttt)
Babam: Peki
bu kim olm?
Ben: Aşkın
Nur Yengi baba
(Çooot)
Babam: Peki
bu?
Ben: Metin
Akpınar-Zeki Alasya babaaa
(Çatttt ve
Çottt; iki kişiye iki dayak, çaktınız köfteyi? J)
Sivas’ta
keyfimiz yerindeydi, üniversite lojmanlarında oturuyorduk, hayatta tek
derdimiz, Gaziosman Paşa ilkokulu ile Selçuk ilkokulu arasındaki çekişmeydi.
Karşı komşunun opluyl fışkıyede ıslanmaca, balkonlarda karşılıklı oturup
şekerli yoğurt yemece, Titanik Batıyor filan oynamaca, analı-kızlı, seksek, ip,
istop, dombi (yakar topun taş dizmece şeklinde oynananı), davul zurna 1-2-3 en
güzel artist kim oynayarak ile geçiyor günlerimiz... 1993 yılı yazında, bir gün
biz henüz tatile gitmemişken, babam arazideyken, evde oturmuş televizyonu
izliyoruz. Annem, ablam, ben. TV’de bir takım görüntüler var, haberlerde bir
otelin yangınını gösteriyor, ama sıradan bir yangın değil, “kalabalık bir
grubun üniversite hastanesine kaldırılan Aziz Nesin’in peşinden geldiğini”
söylüyor Rana Elik. demesiyle annem bizi yanına alıyor, ışıkları kapatıp gözümüzü
televizyona dikiyoruz. Polis durdurmuş grubu neyse ki, lojmanlara giremiyorlar.
Ama ablam ertesi gün kurdeşen çıkarıyor… Yani sözün kısası sevgili postdaş, o
grup o lojman sınırlarından içeri girseydi, büyük ihtimalle ne ben bu satırları
yazıyor olurdum, ne de siz okuyor okurdunuz…
Ben aslında
daha neşeli şeylerden bahsetmek istiyordum halbuki, ama 90’larda her duyguyu
dibine kadar yaşamışken bundan da bahsetmeden geçmek stemedim. Belki bir
paragrafla geçiştirilebilecek bir şey değil, ama şimdilik bu kadarı kafi…
90’larda
çok güzel masa oyunlarımız vardı. Borsa vardı mesela, şimdiki Monopoli’inin
atası. Amaaaa, keşke şimdi çıksa vallahi parası neyse verip alırım dediğim, bir
oyun vardı: Titanik Batıyor…. Yaaa sevgili postdaş, ben Titanik’le pühüüü teeee
90’ların yılların başında tanıştım bu oyun sayesinde. O kadar zevkli ve o kadar
uzun süren bir oyundu ki bu. Şimdi kimse hatırlamıyor ne yazık ki. Oyun iki
kısımdan oluşuyordu. İkiye bölünmüş oyun tahtasının bir tarafı kocaman,
hareketli, Titanik gemisi formunda, labirentler ve içlerinde numaralar bulunan
bir bölüm; diğer tarafı okyanus ve ada görüntülü bölümdü. Oyunculara her
birinin üzerinde bir karakter olan kartlar dağıtılırdı (bu kartlar arasında en
favori olanı nasıl okunduğunu hala bilmediğim şekilde Çinli karakter Ching
Mingh’ti), bu karakterler Titanik yolcularıydı ve oyun sonunda her birinin
kurtarılması gerekiyordu. Zar attıkça hareketli gemi parçası birer tık
döndürülüyor (yani batırılıyordu). Zarlarda kareler içinde ilerleyip o
karakterin kartının arkasında yazan numaraya ulaşıyordunuz karakteri kurtarmak
için. Gemi yavaş yavaş batarken, son karakteri kurtarıp kenardaki filikalara
yetişmeniz lazımdı. Filikalara binince oyunun ikinci kısmı başlıyordu, gene zar
atarak 9 adayı tamamlamanız gerekiyordu, ancak bunda da zara göre ada kartı
veya okyanus kartı size yiyecek kazandırıyor ve su kaybettiriyordu (ya da
tersi) Son adaya ulaşan kazanıyordu… Bunu dokuz kişi filan oynardık biz. Müthiş
eğlenirdik. Babamın bir gün bunu sakladığım kutuyu çöp sanıp atmasıyla
hayatımdan çıktı ne yazık ki…
93 yılının
son dönemi benim için en üzücü dönem, zira o olaydan sonra orada
kalamayacağımızı anlayıp apar topar Çanakkale’ye taşındık. Onca yıllık evimden
arkadaşlarımdan ayrılmak, benim gibi o zaman bile yaşadığı yere bağlanıp
alışkanlıklarını fazla değiştirmekten hoşlanmayan biri için fazlasıyla
üzücüydü. Giderken aklımda kalan son kare, karşı komşumuzun oğluyla
bacaklarımıza yazdığımız hatıralardı(!) tükenmez kalemle, “seni hiç
unutmıycamlar”dan filan bahsediyorum. Valla bak, tabi ki o unutmıycamlar filan
ilk banyoda silindi gitti. Şu anda o arkadaşım ne mi yapıyor? Viyana’da
yaşıyor, genetik mi ne okudu. Yani hala sosyal medya aracılığıyla görüşüyoruz
ama siz de biliyorsunuz, hiçbir şey aynı kalmıyor sevgili postdaş. (Yaşa
Facebook)
Çanakkale
benim için hem çok güzel anılar demek, hem de sinir bozucu. Bi kere bütün
arkadaşlarını geride bırakmışsın, yeni insanlarla tanışmak zorundasın, öte
yandan dağ başından deniz kenarına inmişsin, hava mis… Bu kısmı çabuk geçicem,
zira benim için sinir bozucu bir dönemdi o bir buçuk sene. 1993-95 arası…
Üstelik tam ben ordayken Gelibolu yangını çıktı! Hani şu gerzeğin birinin anız
yakıcam diye koca surları, tarihi mekanları tutuşturduğu yangın… İçim acır,
bizim evden bir şerit halinde yanan Gelibolu’nun görüntüsü aklıma geldikçe…
Ertesi günü gidi görmeye gittik zararı… Gitmeseydik keşke, ya da yanmasaydı hiç
o surlar, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer vs. bir güvercin bulduk
yangından kaçmış, onu tedavi ettirdik, onu hatırlıyorum… Yaa sevgili postdaş,
ben ordaydım, o surların yanmadan önceki orijinal halini gördüm, şimdi gidenler
yenilenmiş halini görüyor.
Çanakkale’de
en büyük eğlencem, 90’ların fenomen oyuncağı cipslerden çıkan tasolardı. Yaşa,
cinsiyete filan bakmaksızın her duvar dibinde kümelenmiş taso grupları
görürdünüz. Bende bu tasolar hala duruyor sevgili postdaş, hemi de her çeşidi… J
Böyle yuvarlak ve üzerinde Looney Tunes karakterleri olan karton materyal ters
çevrilir üst üste dizilir ve elindeki tasoyu fırlatmak suretiyle ön yüzünü
çeviren tasoları alırdı. Daha sonra bunların çeşitleri çıktı, döner taso, süper
taso, mega taso diye, b.ku çıkınca modası da geçti ama güzel bir bir buçuk sene
oradaki en güzel aktivitem oldu.
Diğer bir
aktivite, o zamanlar çok meşhur olan, üzeri sanatçılı ya da resimli not defteri
yapraklarını birbirimize hediye etmekti. Her gün topluca kırtasiye gidilir, o
ay hangi not defterleri çıkmışsa, herkes birer tane alır ve hemen sayfa değiş
tokuşu yapılırdı (not defteri dediğim de avuç içi kadar küçük defterlerdi).
Bende bir tane Kenan Doğulu’lu not defteri olduğunu hatırlıyorum ama yüzlerce
not defteri biriktirmiştim. Bunlar çoğu kez kokululardı da.
Aslında
güzel zamanlardı okul ve arkadaşlar bakımından, yani kolay adapte oldum, ama
babamların üniversitesinde sular durulmadı bi türlü ve bana tam da alışmışken
yeniden başka şehir yolları göründü. Bu defaki istikamet İzmit’ti…
İzmit’i çok
sevdim, sadece ilk gençliğimi yaşadığım, ilk aşkımı yaşadığım, ilk kez
tiyatroya ilgi duyup sahneye çıktığım için değil. Burası bir başkaydı, ben
artık genç olmuştum, şehir hem denizli hem de büyük şehirdi. Çanakkale iyiydi
hoştu da, bir ucundan diğer ucu on beş dakkaydı ya yürüyerek… İzmit’te 6 buçuk
yıl kaldım. İlk gençliğim ordadır. Bu yüzden İzmit benim ilk aşkımdır. Şimdi
İzmit deyince bağlantıyı kurun sevgili postdaş… Sivas’ta otel yangını,
Çanakkale’de Gelibolu yangını… Tam üstüne bastın çek ayağını sevgili postdaş…
Depremde de İzmit’teydim, hemi de o günü tatilden gelmiştik J
Bunu anlatmadan önce, İzmit dönemiminin fenomen olaylarını düşünüyorum da…
Galiba en
büyük olay Titanik filmiydi. Zira Titanik filminin vizyona girdiği 2 şubat 1998
yılında Titanik filminden konuşmak statü sembolü olmuştu. Okul servisimde
herkes mütemadiyen Leo ve Kate’ten bahsediyor, insanlar Leo ve Kate ile ilgili
ne varsa (haber, poster, etiket, dergi) topluyor, dosyalar oluşturuyordu.
Üzerinize afiyet, benim de bösbüyk bir arşivim olmuştu. Kızlar erkeklere
Kate’le ilgili şeyler bulup veriyor, erkekler de kızları Leo posteriyle
kandırmaya çalışıyordu, o derece vahimdi durumlar yani. Bendeki dosya epey
kalındı ve babamın artık işe yaramadığını düşündüğü için bana sormadan atmayı
uygun gördüğü çalışma masamın çekmecesinde diğer pek çok şeyle birlikte
hayatımdan çıktı…
İzmit hayatımın
en eğlenceli ve gereksiz aktivitesi TAMAGOTCHI denen sanal hayvandı ve hiçbi
şeyden geri kalmayan bendeniz postdaşınızda bir adet bulunuyordu sevgili
postdaş… Bendeki üzerinize afiyet dinazordu ve 9 güne bir ölüp reset tuşuyla
yeniden hayata dönüyordu. Arkadaşların kedileri köpekleri, hatta çocukları(!)
20-30 gün yaşarken, benimki 9 günde ölüyor sinir ediyordu beni!!! Şimdi efenim
bilmeyenleriniz için, bu tamatgotchi’ler hangi yalnızın aklından çıktıysa bir
anda tüm dünyanın merkezine oturdu ve aynı tasolar gibi, kadın erkek genç yaşlı
zengin fakir bu sanal hayvancıklarla uyudu uyandı. Hani günümüzde Farmville’de
gecenin bi yarısı “Ayyyy çileklerimi hasat etmeyi unuttuğğmm” diye fırladığımız
zamanlar var ya, hah biz de onu taaa 90ların ortasında tamagotchilerle yaşadık.
Gecenin bi yarısı tatlı uykumuzdan tamagotchi hayvanımızı beslemek, onu sevmek,
hastaysa aşılamak, küsmüşse barıştırmak için uyandık… ayy bir de nazlılardı,
bakmazsan küsüyordu. Bazen tepemin tası atınca basıveriyordum resete hoop başa
dönüyorduk. Dinazorum 9 günde bir ölüyor ama her 9 günün sonunda başka bir
dinazor olarak ölüyordu. Mesela bazen çan bir dinazor bazen otobur bir dinazor
oluyordu. Bir süre sonra 9 günde ölmesi iyice canımı sıktı koydum paketine,
kaldırdım çalışma masamın çekmecesine… (gerisini yukarıdaki paragrafın son
cümlesinden tamamlayınız)
O gece
tatilden yeni gelmiştik, çünkü pek çoğunuzun aksine yazlığımızda çok
sıkılıyorduk (Ezine Geyikli-hani Eyvah Eyvah’la meşhur olan!) Çünkü yapacak
hiçbi şey yoktu, gidilecek ne bir kafe ne bir disko vardı, Deniz desen 3
kilometre uzakta, gitsen de rüzgardan, savrulan kumlardan ve dahi denizin çıkın
içimden dercesinde çivi gibi suyundan dolayı faydalanamıyorduk, Evimiz ıssız
bir tarlanın ortasında 2’erli bitişik 8 binadan oluşuyordu ve biz ordayken
binaların bi çoğu kaba inşaat halindeydi. Yani koca ovada bir biz bir de
çaprazımızdaki komşular vardı! Gece olunca evde oturup otlamaktan dönen
koyunların sesleriyle yatma vaktinin geldiğini anlardık. Bir böcek çiftleşmek
için kendi türünden bir böcek bulamaz, sonuçta ortada ne olduğunu asla
öğrenemediğimiz, sinek-kelebek-arı-kırkayak karması yaratıklar uçardı… Evimiz
güzeldi aslında iki katlı bahçeli, ama yaşam yoktu ki.
Orda da en
büyük eğlencem, oh be nasıl bağlıycam da konuyu getiricem diyordum, o zamanın
müzik dergilerini okumaktı tamir ettiğim eski teypte kasetlerimi dinlerken. O
zaman öyle güzeldi ki müzik dergileri, şimdiki gibi müzik dergisi adı altında
yayın yapan dergiler gibi iki sanatçı haberi, otuz beş sayfa sevdiğinizi nasıl
elde tutarsınız yazıları yoktu. Top Pop, Popsi, Number One başlıca müzik
dergileriydi. Her birinde sanatçı ve klip haberleri, albüm haberleri, şarkı
sözleri, hayran mektupları, posterler, sanatçı bilgi kartları, listeler,
hediyeler, bulmacalar daha neler neler vardı. Tam anlamıyla müzik dergisiydi
işte onlar. Özellikle ilk olarak Top Pop hediye konusunda enfes bir anlayışa
sahipti. Mesela Kenan Doğulu’nun ünlü güneşli kolyesi meşhur olduğunda güneşli
kolyeden vermişti. Aman Allah o yaz o kolye herkesin boynundaydı… Benim de
tabisi J Bu dergilerdeki sanatçılara mesajlar bölümü bi başka
alemdi. Tarkan-Burak Kut, Mustafa Sandal-Tarkan, Kenan Doğulu-Tarkan ve
kobinasyonları arasında fanlar kıyasıya kapışır, Bu kapışmalarda genel konsept,
bir sanatçının diğerinin “tırnağı bile olamaması” üzerine kuruluydu genelde.
Mesela Tarkan, “Burak Kut’un tırnağı bile olamaz”dı. Bu tırnağı bile olamaz
lafı o yüzden beni hayli gülümsetir her duyduğumda. Ben hemen hemen her hafta
alıyordum bu dergileri ve bu dergiler de taşınmalar sırasında hayatımdan çıktı.
Şimdi sahaflardan filan bulduğum zaman almadan edemiyorum ve her okuduğumda o
zamanki müzikleri o zaman yaşamış olmanın gururunu duyuyorum.
Hah
konumuza dönersek… İşte böyle bir ortamdayken, 16 Ağustos günü, “yeter artık”
dedik, o evde 9’uncu senemizdi ve etrafta hala insan ya da önümüzde dikilmeye
başlayan inşaatlardan başka gelişme yoktu! Biz bile oraya bir haftalığına gidip
geri kalanı Altınoluk’ta kiraladığımız evde geçirir olmuştuk! Halbuki nerden
bilelim, oranın sonradan Eyvah Eyvah filmiyle parlayacağını? Cefasını biz
çektik, sefasını Ata Demirer sürdü resmen J Neyse helali hoş olsun. Ben gene de
gülerek gülümseyerek hatırlıyorum ordaki anılarımı… İzmit’e geldik, o gece
21.00’de. Daha valizlerimizi açmamıştık. Annem yarın kaldırırım demişti, Ben
erkence yattım o gece, yorgunduk. Size bi şey diyim mi sevgili postdaş… Hani
televizyonlarda filan atıp tutarlar ya, “işte şöyle kirişin altına, böyle cenin
pozisyonuna geçin” filan diye, fasa fiso hepsi, benim aklıma deprem sırasında
bunların hiçbiri gelmedi. Elimden gelen tek şey, yatağımın ortasında oturup
avazım çıktığı kadar bağırmaktı! Bir de bizim evler kolon kiriş sistemiyle yapılmamış,
her kat taşıyıcı olarak esneme payı bırakılıp yapılmış (tabisi bu bilgileri
araştırmadım babam anlattı J J) bu yüzden sarsıntı daha fazla
hissedilmiş bizde. O an hatırladığım kareler, duvarlara çarpa çarpa koridorda
ilerlememiz, babamın “vayy canına” nidaları… sonra elimize geçen bir torbayla
kendimizi dışarı atmamız… Ohh çok şükür diyorum, etrafta hiçbi bina yıkılmamış,
babam “büyüktü ama bu binalar yıkılmadığına göre o kadar büyük değil demek ki”
diye bi şeyler söylüyor. O geceyi dışarıda çimlerde geçiyoruz. Herkes birbirine
şehir efsaneleri üretiyor. Ben duvarlarda renkler görürken, kafayı sıyırıyorum
galba diyorum, hiçbir arkadaşıma ulaşamıyorum, özellikle Değirmendere ekibime,
onlarla konuşmadıkça bir daha Cranberries – Just My Imagination dinlememeye
yemin ediyorum. Zira bizim şarkımızdı. Babam bir an önce sabah olmasını
istiyor, faylar kapanmadan gidip görmesi gerek. Neyse babamın Jeoloji Profesörü
olmasının meyvelerini o dakka yedik. Babam bizi aldığı gibi fayların oraya
götürüyor, bu arada bizim evlerin sınırından çıktığımız gibi gerçekle
karşılaşıyoruz. Taş taş üstünde kalmamış, “Aaa diyorum, şurda köşem bakkal
vardı”, dev bir şantiyenin içinden geçiyor gibiyiz. Zira ayakta kalan binalar
da inşaattan hallice… Ben korkumu atmış, yıkılan binaları hayalimde
canlandırmaya çalışıyorum. Sonra babam bizi Değirmendere’ye, Gölcük’e,
Yuvacık’a ve deprem hattı neredeyse oraya götürüyor. Fayların dibine gidiyoruz,
hatta içine giriyoruz. Bu arada ben deli olmuş vaziyette arkadaşlarımı
arıyorum, her kafadan bir ses çıkıyor, o kurtulmuş, şu ölmüş filan diye sinir
bozucu kısım o belirsizlik. Bu arada okullar da açılacak, ablamı Rusya’ya
okuluna gönderiyoruz alelacele, zira burada kalsa depresyona girecek… Girdi de
zaten… Bu benim için bir taşınma daha demek, okulum ağır hasarlı, orada okumak
imkansız, hani gitsem bile eğitim almak imkansız… (Bu arada, Değirmendere ekibi
sağ ve selamette! J) İzmit depremiyle 90lar da benim
için kapanmış oluyor, sonrası ver elini İstanbul…
90lar yazımın bu kısmını şimdilik sona erdirirken, bu yazının ikinci kısmı olarak nitelendirilebilecek, daha tarafsız 90lar yazısını okumanızı tavsiye ederim sayın postdaş, şimdilik iyi geceler olsun.....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder