Efenim, ertesi gün üzerinize afiyet bir haftalık tatil yorgunluğunu Altınoluk denizinde attım. Akşamında tatilin son etkinliği olan Candan Erçetin konserinde aldım soluğu. Daha önceleri çok kişiden duyduğum ve anlata anlata bitiremedikleri Candan Erçetin’i bir kez de ben izleyeyim dedim. Gerçekten anlatıldığı kadar varmış. On beş dakikalık bir ara dışında iki buçuk saat sahnede kalan Candan Erçetin, şarkılarıyla olduğu kadar izleyicilerle sohbetiyle de çok hoştu.
Konserin ilk yarısında bordo renkli bir tuvalet giyen Candan
Erçetin, daha çok slov şarkılar seslendirdi. Şarkılar arası bazı şarkıların
hikayelerini anlattı ve orkestra üyelerine de laf atmaktan geri kalmadı. Belli
ki çok sağlam ve iyi anlaşan bir ekibi var, başarının en önemli sırlarından
biri de bu istikrarlı iletişim ve birlikte gülebilmek bence.
Konserin ikinci yarısı hareketli şarkılara ayrılmıştı. Zira
bir seyirci “Ben Kimim” şarkısını istediğinde “Ben eğlendirmeye geldim buraya,
slov şarkı istemeyin” dedi şaka yollu. Candan konserlerinin geleneği olan
çıplak ayakla, üzerinde beyaz ve renkli tonlarda bir kostümle bir saat kadar
hem kendi sahnede coştu hem de bizi coşturdu.
Kendi içinde planlı bir konserdi, yani şarkı listesi
hazırlanırken, mesela Aranjmanlar, TSM şarkıları, slov, hareketli ve tabi ki Candan’ın
olmazsa olmazı Trakya havaları şeklinde bölümler vardı. Her birinin geçişi çok
güzel olmuştu. Candan, özellikle Trakya havalarında, bazı şarkıları açıklayarak
hoş anekdotlar anlattı ve yer yer orijinal dilinde seslendirdi. Aranjmanlarda
da mesela Son Geminin bir kısmını Fransızca söylemesi, arada İtalyanca
şarkılarla aldı gönlümüzü diyar diyar sürükledi.
Konserin sonlarında, onun için de her defasında sürpriz olduğunu söylediği orkestra üyeleri tanıtımı konserin ilginç bölümlerindendi. Buna göre orkestra üyeleri bir konsept belirlermiş ve o konsept içinde herkes kendi enstrümanını ilgili melodiler eşliğinde çalarmış. Bunu birkaç kere yapmışlar ve bakmışlar sonuç iyi oluyor, konserlerin bir parçası haline getirmişler. Bizim konserde, Michael Jackson’ın 5. ölüm yıldönümü nedeniyle, bu yönde şarkılarla tanıttı Candan orkestra üyelerini.
Konserde özellikle beklediğim Mühim Değil, Sensizlik, Vakit
Varken, Hangi Aşk Adil Ki, Umrumda Değil ve Çapkın şarkılarını söylememesine
biraz üzülsem ve ilk albümü Hazırım’dan HİÇBİR şarkı söylememesine şaşırsam da,
genel olarak büyüleyici bir konserdi diyebilirim. Bir ara konserde konu aşk ve
sevgiye gelince, “Hangi Aşk Adil Ki?” lafıma gülerek, “Onu çok eskiden
söylemiştim, hoş hala aynısını düşünüyorum da,” diyerek yanıtladı, ama gene
şarkıyı söylememeyi tercih etti. Sahnede çok şık, çok zarif, çok muhabbetperver,
çok esprili ve yerinde duramayan bir Candan gördüm. Uzun süredir geçmeyen grip
yüzünden sesinin kısık olduğunu söylese de, inanılmaz bir performansla iki
buçuk güzel saat yaşattı. Çıkışta biraz kulis kapısında bekledim, bir süre
sonra Candan Erçetin alkışlar eşliğinde çıkıp herkese el sallayarak aracına
binerken, içimden insanların boş yere insanların kalbinde iyi bir isim
yapmadığını düşünüyordum. Güzel müzik ve keyifli saatler için size de ilk
fırsatta bir Candan konseri öneririm. Yazarak yeterince ifade edilemeyen bu
gece hakkında aşağıdaki video ile fikir sahibi olabilir ve kimbilir siz de
ordaymış gibi hissedersiniz. Konserden fotoğraflar burada:
Aslında bu gün de pek tatil gününden sayılmazdı, zira günün
anlatılabilecek olayları korkunç diyeceğim bir otobüs yolculuğu deneyimi ve ucu
ucuna yetişebildiğim Anadolu Ateşi performansıydı. Şimdi önceki yazıyı lütfedip
okuduysanız, Bodrum’da otobüs bileti alırken yaptığım hesaplamalara
aşinasınızdır. Bilmeyenler için tekrar: bana uyan iki saat vardı, biri on
buçuk, biri on iki buçuk, ben on buçuk biletini aldım ki, en azından vakitlice
Altınoluk’a varayım, Anadolu Ateşi’nden önce biraz dinlenme ve belki bir deniz
yapma fırsatım olsun.
Saat on buçukta başlayan ve bana yol yedi saat sürecek
dedikleri kabus, benim saat taa 20.00’de Altınoluk’a varmamla son buldu. Öyle
bir varma ki, Altınoluk merkezde inip koştura koştura amfitiyatroya tırmandım,
arada bir yarım saat telefon şarj etme ve tostla midemi yükleme molasını
saymazsak.
Ay bir dolmuş gibi çıktı otobüs şirketi, (üstelik bilinen
firmalardan da biri, isim vermiyim), her durakta durur, herkes için durur,
herkesi evinin önüne kadar bırakır (öyle ki yolda giderken birden bir sapağa
girdik, bir adamı tee evinin önüne kadar bıraktık, sonra aynı sapaktan geri
çıkıp yola devam ettik!) Bu arada bir yolcuyu unutmuşlar ve biz yarım saat onu
bekledik, sonra bilmediğim bir nedenden dolayı yarım saat daha yol kenarında
bekledik.
Allah’Im gerçekten çamaşır makinesindeymişiz gibi bütün yol
gargargargar diye sarsıla sarsıla gider mi, ben ki yol tutmaz beni, içim dışıma
çıktı, ikram yapıyolar, bardaklar tepside durmuyor, bir de yeni şortumu
giymişim, o sarsıntıda zaptedemediğim meyve suyu üzerime dökülmez mi?
Çamaşırların neler çektiğini daha iyi anlıyorum şimdi, öte yandan bu bir sabır
sınavıydı sanırım ve tabi bi daha o turizm şirketiyle gitmeme kararımın temeli!
Neyse saat 20.00’de Anadolu Ateşi’ne yetişmek ateşimi aldı
biraz (ehehe rampaların ustasıyım, laf oyunlarının hastasıyım!=) )
Anadolu Ateşi gerçekten enfesti, hepsi değilse de kırk
kadarı vardı sahnede (sayıları daha çok diye biliyorum ben) ama öyle bir
koreografi ki o kırk kişi yüz kırk kişi gibiydi sahnede, sanki karbon kopyayla
çoğalıyorlarmış gibi. Vücutlarında kemik yokmuş gibi kıvrım kıvrım
kıvrılmalarına mı şaşırmadım, kırk kişinin kırkının da otomatiğe bağlamış gibi
sekmeden o bir tekini bile yapamayacağım hareketleri senkronize halde
yapmalarından mı büyülenmedim? Onları izlerken insanın gerçekten bu hayata bir
amaç için geldiğine, sahnedekilerin hayattaki amaçlarını bulduklarına inandım.
Onlar o kadar zor hareketi sanki ne bileyim çamaşır asarmışçasına rahatça
yaparken, aklımdan geçen “insan boş yere büyük olmuyor, boş yere isim yapmıyor”
oldu. Zira çok büyük bir çalışma olduğunu okumuştum, günde sekiz saat filan
çalışıyorlarmış, buna provalar ve performans öncesi ısınmaları da ekle, ortaya
böyle mükemmel performanslar çıkıyor işte. Bu performanslar için Mustafa
Erdoğan’ı da alkışlamalı. Performans yaklaşık iki buçuk saat kadar sürdü ve hiç
ara vermediler. Konseptlere bölünmüştü koreografi, benim seçebildiklerim
arasında aklımda kalan, düğün gelenekleri, savaş, zeybekler gibi Anadolu’ya
özgü unsurların dansla ifadesiydi. İki buçuk saatte daha pek çok konseptte
danslar yapıldı ama onları da artık bir gün siz denk gelir de izlerseniz, bana
hatırlatırsınız. Ben kendimi dansın büyüsüne kaptırmıştım çünkü o esnada.Performansın en hoş anlarından biri davullu konseptte
seyircinin de tempoyu sesle tekrar etmeye çağrılmasıydı. Performansa izleyiciyi
dahil eden etkinlikleri hep ayrı bir sevmişimdir. Gece biterken, son gördüklerim,
mutlu yüzler, sahnede rahatlama egzersizleri yapan dansçılar ve onlarla
fotoğraf çektirmek için yarışan mutlu izleyiciler vardı.
Feribotta Yaşar’ın grubu Öner, Buğra, Barış, Mehmet, Okay,
Ender ve Oğuz ile kahkahalı, muhabbetli, kahveli filan, suratımıza çarpmakla
kalmayıp resmen dayak atan rüzgarın sersemlettiği iki saat on beş dakikalık
feribot yolculuğunun akabinde Bodrum’a vardık.
Akşama görüşmek üzere vedalaşarak yollarımıza gittik. Benim
günü değerlendirmeden önce yapacak iki önemli işim vardı, biri kalma sorununu
halletmek (zira Datça gibi şezlongta kalınacak bir durum yoktu) ikincisi ertesi
gün için Altınoluk bileti almak, (Datça deneyiminin öğrettiği üzere, işimi
garantiye almak zorundaydım). Sırtımda on kilo çantayla ve önceki geldiğimde
kaldığım pansiyonların yerini bulamadığım için aynı yolları bir aşağı bir
yukarı tekrar tekrar yürürken buharlaşıcaktım nerdeyse. Neyse otogara ulaştım,
Altınoluk sadece
Yaşar'ın her biri birbirinden yağız ekibi...
iki firmada ve bana uyan sadece iki saatte vardı, biri on
buçuk biri on iki buçuk. Bu ayrıntıları neden anlattığımı ileride
anlayacaksınız. Benim üzerinize afiyet üç günlük Yaşar-Leman Sam turnesinin
akabinde Altınoluk’ta alınmış bir Anadolu Ateşi biletim vardı ve iyimser
tahminim on buçukta binersem –yazıhanenin de söylediği üzere- yedi saat sonra
Altınoluk’ta olacaktım, böylece hem dinlenmeye hem de belki denize girmeye
vaktim olacaktı. Nerdeee… Başıma gelecekleri bilmediğim için on buçuk biletini
aldım ve içim rahat pansiyon aramaya koyuldum. Nice arayıştan sonra, ucuz tek
kişilik bir oda buldum, tuvaleti banyosu dışardaydı ve özellikle tuvalet
girilecek gibi değildi ama olsun, maksat birkaç saat kalmaktı. Pansiyona yerleştim
ve üzerine afiyet günlerin yorgunluğu, bir iki saat uyuyakalmışım.
Uyandım ve Bodrum’da her zaman gidip denize girdiğim
Moonlight kafeye doğru yola çıktım. Orayı birkaç sene önce keşfetmiştim. Barlar
sokağında, böyle denizin kenarında
masalar var, biranızdan bir yudum alıp hoop
kendinizi denize atabiliyorsunuz, seviyorum orayı, gidip orada birkaç saat
deniz-bira-patates keyfi yaptım yeniden üzerinize afiyet. Sonra konserden önce
adet yerini bulsun diye çarşısına gidip sahaf aradım. Bir keresinde böyle aranırken
bir fuara denk gelmiştim ve dibim düşmüştü, her tarafta CDler vardı, ben de Buz
Devri’ndeki sincabın o fındığa erişmesi gibi CDler arasında kaybolmuştum, lakin
o zaman çok param yoktu ve birçoğunu alamadan bırakmıştım. Bu defa öyle olmadı,
çünkü bu sefer de fuarı bulamadım. Bu sefer de param vardı, fuar yoktu! Hay bin
kunduz, deyip pansiyona döndüm, akşam için hazırlanmaya. Bu arada çarşıda
dolanırken bir yerde gördüğüm, daha sonra alırım deyip almadığım şortun
bulunduğu mağazanın, pansiyona geri dönerken de acaba nerdeydi diye düşünürken
birden sokağına çıkıp denk gelmem evrenin bana bir başka hediyesi oldu. Gerçi
benim bedenimden çok fazla yoktu ama şortu aldım, usta –ve çakal- satıcı
tarafından önerilen bir şortu daha aldım.
İşte ben böyle bir hal içindeydim :)
Neyse duş muş, kıyafet seçimi derken (bu arada konserlere
giderkenki kıyafetlerimi özenle seçtiğimi belirteyim, üç konserde üç farklı
kıyafet giydim ama hepsinin ortak paydası tişörtlerin müzikle bağlantılı
olmasıydı, fotolarda dikkat edersiniz belki), Antalya’dan Bodrum’a konsere
gelen arkadaşım Tuğba’nın mesajını gördüm. Denk geldi tam çıkmaya
hazırlanırken. Yarım saat sonra kale kapısında buluştuk, fotolarımızı çekindik,
muhabbetimizi ettik ve konseri beklemeye başladık. (Bu yazı da çok yakında
burada olacak).
Sizlere şöyle diyeyim sayın okuyucu, konserin sonrası
en az konser kadar efsane oldu benim için. Zira konser çıkışı Yaşar dışında tüm
ekip Bodrum’un efsane mekanlarından Mavi’de Bora Uzer’i dinlemeye gitti ve
bendenizi de davet ettiler sağ olsunlar. Cümbür cemaat gittik Bodrum
sokaklarında güle oynaya. Düşünün ortamı sayın seyirciler, bir yanımda Sibel
Tüzün, bir yanımda Leman Sam, bir yanımda Kaan Öztürk, bir yanımda Mehmet
Çelik, Leman Sam orkestrası, Yaşar orkestrası tam takım… Benim için rüyanın
gerçek olmasıydı bu. Dörde kadar filan kaldık, bana kalsa daha da kalırdım ama
ertesi gün zombi gibi olmamak için mecburen ordan ayrıldım, başka bir yerde
gecenin cilası son bir bira daha içip pansiyona döndüm, yatağa yattığım anda,
böyle bir gece yaşattığı için Allah’a şükrediyordum.
Aslında Datça kısmında anlatılacak çok fazla şey olamadı,
çünkü bir önceki yazıda belirttiğim gibi, Datça’nın sandığımdan çok fazla uzak
olması nedeniyle bütün günüm yolda geçti ve konsere bile nerdeyse ucu ucuna
yetiştim… Gene de bazı anlar vardı ki, anlatmasam olmaz…
Efenim şöyle ki, saat 3 gibi İzmir otogarına vardığımda,
Datça’ya hemen otobüs bulacağımdan çok emindim. 7 saat sürse bile, konserin en
fazla birkaç şarkısını kaçıracaktım. Gittim ve ilk karşıma çıkan şirkete Datça
otobüsünün saatini sordum, ay demesin mi altıya çeyrek kala! Ay ben nasıl
oldum, “nası yani, daha erken yok mu dedim??” “Yok” dediler, “eee”, dedim “buna
binsem kaçta orda olurum?” “onbir buçuk gibi” dediler, “ayy” dedim, mümkün
değil, “benim on dakika içinde bir şekilde gitmem lazım”. Ben bir yandan
kendime saydırırken, halime acıyan bir görevli bana parlak bir fikir verdi,
“sen” dedi, “Muğla’ya git, ordan aktarma yaparsın, on dakika sonra kalkıyor”.
“Hay” dedim, “çok yaşa sen”, atladım Muğla’ya gittim. Bu arada yanımda nakit de
bitmeye başladı, her anlamda patlamak üzereyim, ama çare yok, atladım Muğla’ya
gittim, 6 buçuk gibi vardım ve koştura koştura yazıhanelere gittim. Adamlar
gerçekten çok saygılılardı ama hiçbirinin otobüs saatlerinden haberi yoktu!
Biri dedi “birazdan gelecek Datça otobüsü”, bir diğeri “Son otobüs 6ya çeyrek
kalaydı, bitti”. “Eee”, dedim “napıcam şimdi ben?” “Marmaris aracı gelicek
birazdan, onunla aktarma yapman lazım” Aktarıla aktarıla hal oldum, ama yapıcak
bi şey yok, sırtımda on kilo çanta, kart geçmeyen bir yazıhanelerde atm
arayarak, bulamayarak, garın dışındaki atmlere koşup para çekerken aracı kaçırmamak
için dualar ederek, parayı çekip Marmaris aracına bindiğimde derin bir nefes
alarak Datça’ya doğru yola koyuldum.
Saat sekiz gibi Marmaris’e vardım şansıma ilk araç yarım
saat sonra kalkacaktı ve onu kaçırsam bir sonraki on buçukta, öyle bir bıçak
sırtı durum. Ama her şey ters gidecek değil ya, neyse ki aksilik olmadan attım
kendimi otobüse ve 21.30’da Datça’ya vardım, 22.00’de Datça amfitiyatroya
vardım, konser başlamıştı, ama son girmenin avantajı herkesle birlikte,
Yaşar’ın ve gözleri beni görünce kocaman açılan Leman Sam’ın dikkatini çekmekti
:). (Konser yazısı daha ileride can okuyucum).
Datça'da şezlongtan bir gece özçekimi...
Konser çıkışı önümde iki seçenek vardı. Bir pansiyona kapağı
atmak veya bütün gece sokaklarda avare avare dolaşıp sabahlayarak paramı
cebimde tutmak. Sırtımda on kilo varken, pansiyon seçeneği cazipti aslında, ama
sorduğum pansiyonlarda ya yer yoktu ya da fiyatlar uçmuştu. Bu belki de bana
bir lütuftu. Yolda duvardan bir poster indirdim, bu ayrıntıyı bilhassa yazmak
istedim, zira akıbetine üzüldüğüm bir şey oldu. Sokaklarda bir saat kadar
dolaştıktan sonra, kafamı toparlamak ve isyan eden telefonumu şarj etmek için
bir kafeye oturdum. Biri dışında pek insan canlısı olmayan –en azından kendi
arkadaşları dışındakilere- bir tipin servis yaptığı bir kafeye –mecburen- oturdum
ve bi yandan telefonumu şarj ettirirken, bütün gün bir şey girmeyen midemi
tostla yükledim ve orada iki saat oturup yedi bardak filan çay içtim boş yere
masa işgal etmiyim diye. Orada karar vermiştim pansiyonda kalmamaya zira birkaç
saat sonra grupla feribotla Bodrum’a geçecektik. Gerek yoktu birkaç saat için o
kadar para vermeye, sorun pansiyonda kalmayacaksam nerde kalacağımdı. İki saat
sonra kafe kapanırken telefonumu aldım, sokaklarda yürürken deniz kenarındaki
şezlongları keşfettim, hafif de bir meltem vardı, “işte” dedim, “bundan ala
kalacak yer mi var?” Hemen çantamı filan kenara atıp şezlonga kuruldum ve hafif
meltem ve deniz şıpırtıları eşliğinde, kah köpeklerin havlamalarına uyanarak,
kah gelip geçen insanlara dikkat kesilerek, ama sonsuz bir mutlulukla, uyudum
orda, çantamı da belime destek yaptım, bi yandan da korumaya alma adı altında.
İçim geçmiş, gözlerimi açtığımda şöyle bir manzaraya uyandım:
Aman Allah sayın
okuyucu, insan on yaş gençleşir buna her gün bakarak uyansa. Tek pişmanlığım ve
kendime bir daha gidersem yapacağıma söz verdiğim o denize girmemek oldu. Her
türlü teçhizatım yanımdaydı ama duş filan imkanı bulamam diye canım çeke çeke
şu denize giremedim! Yapılacaklar listesine bir şey daha eklendi.
Bunun yerine, bir gün öncesinden dikkatimi dürtükleyen Datça
Kahvaltıcısına gittim, daha yeni açılıyordu. Saat yedi buçuk gibi Datça
kahvaltısı söyledim, bir saat kadar enfes bir kahvaltı yaptım. Saat dokuzda
feribot servisi kalkıyordu, o yüzden çok oyalanmadan toparlanıp feribot gişesine
gittim, işte posterin akıbeti, bütün gece yanımda dolaştırdığım, şezlongta
uyurken bile göz kulak olduğum biricik posterimi ordaki masanın üzerinde
unuttum! Bunu da servis hareket ettiğinde fark ettim! Hay bin kunduz! “Neyse
Bodrum’da var daha konser, nasılsa alırım” dedim (alamadım).
Saat dokuz buçuk feribotuyla Datça’ya karşı “hoşça kal göz bebeğim, hoşça kal göz bebeğim, hoşça kal yaz güneşim, hoşça kal,” dedim,
“öbür yaza kadar”.
Aslında geç bile kaldım bu yazıyı yazmak için, ama her anısı
öyle canlı ki, sanki dün yaşanmış gibi taze, bu yüzden bir yaz daha geride
kalırken, yaza bir veda olsun bu yazım. Bu yazıyı iki kısım olarak düşündüm
aslında, ilk kısmı olan bunda, tatilde gezip gördüklerimden ve yaşadıklarımdan
bahsedicem, ikincisinde bu tatilin ana konusu olan Yaşar&Leman Sam - Kuş
Misali turnesi, Anadolu Ateşi ve Candan Erçetin konserlerinden bahsedeceğim.
Hazırsanız kendinizi beş gün beş gece enfes bir tatili yaşarken bulmanız
dileğiyle başlıyorum.
Yaşar’ımın bir diğer kıymetlim Leman Sam’la turne haberi
geldiğinde, işten şurama kadar geldiği bir zamandı (yazan elini burun hizasına
getirir). Önceleri haftaiçine denk gelmesinin bende yarattığı umutsuzluk ve
“nayırr, kaçıramam bunuuu” nidaları ve işten bıkmış olmanın bezginliğiyle
birleşince, param da denk gelince, “yaw” dedim kendi kendime, “yıllık izin diye
bir nane var, olması gerek yani”. Ve patronlara kararımı bildirdim (ihihihi
tabi ki izin vereceklerdi akıllım). Ve 11-18 Ağustos tarihleri arasındaki
İstanbul-İzmir-Datça-Bodrum-Altınoluk-İstanbul güzergahındaki şapşahane tatilim
başladı. Bu yazıyı yazmaktaki amacı, hem o anları kayıt altına almak hem de
size öykü tadında bir anekdot anlatmak. Gerçi yaz başından beri yıllık izin
kullanmadan benim kadar çok tatil yapan da yoktur hani, yaz boyunca her Cuma
sırt çantamla işe gidip iş çıkışı uçak nereye götürürse oraya gidip Pazar
gecesi döndüğüm bir yaz yaşamış biri olarak şu an utandım işten güçten şikayet
ettiğime. :) (ama planlama ve bütçe işte şekerim, nazar etme ne olur çalış
senin de olur, çaktın köfteyi? :))
9’undan 11’ine kadar evde kankalarla öğrenci evi hayatı
yaşayıp (Tolgacım selams balıms), 11’i gecesi atladığım gibi gece otobüsüne,
sabah 7 buçukta izmir’e vardım. Açıkçası akşamki konser için geldiğimden gün
içinde ne yapabileceğime dair pek fikrim yoktu. Sırtımda 10 kilo sırt çantamla
bari dedim iyi bildiğim tek yer olan Bornova’ya gideyim. Birkaç arkadaşı filan
görürüm belki. Bunu düşünürken herkesi kendim gibi tatilde sandığım için,
kimseyle görüşememe nedenimin aslında herkes için normal çalışma günü olduğunu
anladığımda kendime bir parça saydırdım ve dedim ki kendi kendime “yalnızsın
dostum bu yolda” ve ver elini Alsancak… dedim Kıbrıs Şehitlerinde bir kahvaltı
paklar beni. Çayır çimen geze geze, vardım Alsancak’a gözüme güzel görünen ilk
kafedeki durağımda kahvaltımı yaparken, bir yandan vakti saçmasapan harcamıyım
diye yapabileceklerimi düşündüm ve iflah olmaz bir CD arşivcisi olarak, çok
sevgili İzmir Ödemişli –yaz için ev arkadaşım- Tolga’dan olası sahafların
adreslerini aldım. Böylece hem vaktimi doldurur, hem de belki eksik CDlerimi
tamamlarım dedim. Tolga’nın verdiği ilk adrese gittim. Hakkaten baya bir CD
vardı, ama benim için büyük sürprizlerden biri de vardı bu CD’lerde. Orada kimi
çerden çöpten, eksik tamamlamak için ayırdığım CDlerden birinin içinde Leman
Sam’ın da en nadir CDsi çıkıvermesin mi? (Eksik Fotoğraflar CD’si… kapaklısını
50 liraya almıştım) Ay ben nasıl oldum biliyo musunuz? İstemsiz bir AYYYY çıkıverdi
ağzımdan, aynı zamanda akşam da Yaşar-Leman Sam konseri de olunca evrenin bana
süper bir kıyağıydı. Bu CD’yi imzalatır, diğer imzasızla birlikte saklarım gibi
iyimser düşünceler içindeydim. Bu CD’nin akıbetini ileride içim kan ağlayarak
paylaşıcam. CD’leri alıp bir diğer hedefim olan Panda
kitabevine gittim. Sahibi
pek kurttu. Ama bende bu konularda öyle pabuç bırakacak biri değilim, biliyoruz
neyin ne olduğunu. Neyse oydu buydu derken ayıp olmasın diye ordan da bir CD
alıp çıktım. Gün henüz ortalanmıştı ki, Alsancak Fuar alanının oralarda
dolanırken, İzmirli canlarımdan Altan aradı, check-in’imi görmüş, sevgili eşi
canım arkadaşım İrem’e yakın olduğumu söyledi, dedim gelmişken tabi ki
uğrayayım. Çalıştığı mağazaya gittim ve çıkmak istemedim, zira dışardaki 45
derece sıcakta bitap düşmüşken mağazanın içi bahar havası gibiydi. Müşteri
kalabalığından kafasını kaldırmaya vakti olamayan İrem’e yaklaşıp “pardon
hamfendi bakar mısınız, İrem hanımı arıyorum” dedim, bir telaş kafasını
kaldırması
, karşısında beni görmesi ve yüzünün şekli görülmeye değerdi. Şansıma
tam da yemek
İREM'LE
zamanı gelmişim. Biraz orada soluklanırken, İrem işlerini halletti
ve yemeğe gittik. Yemek sonrası daha epey vaktim vardı, ben de o sırada
Bornova’ya gitmekte olduklarını söyleyen, aslında İstanbul’da burnumun ucunda
oturduğu halde bir türlü görüşemediğim Batuhan ve Yiğit’le görüşmek üzere
yeniden Bornova’ya döndüm. Hava o kadar sıcaktı ki, Forum Bornova’da bulduğum
en klimalı yerde yaklaşık üç saat kadar oturduk. Saat 6 gibi kalktık, zira
artık yavaştan konser alanına gitmek gerekti. Konser alanında ise beni büyük
bir sürpriz bekliyordu…
Yaşar’ın menejeri canım Elif hanım’ı aradım, bana birkaç
arkadaşıyla oturduğunu söyledi ve uzaktan baktığımda, “aaa yokkk artık, a
yoyoyoyo, o olamaz” dediğim Arzucum değil miymiş masadaki? Üstelik sadece o da
değil, Yeşim’im de ordaydı, Ceyda’mla zaten konuşmuştuk, ayy ben bi mutlu bi
mutlu şoku atlatmam bir yarım saat sürdü. Sonra yıllardır konuşup da bir denk
gelemediğimiz Murat Gil ve kız arkadaşı gelince, üzerinde Nihal’den de “biz de
geliyoruz” telefonu alınca seri tamamlandı. Belli enfes bir konser olacaktı,
sahnede Yaşar’ım ve canım Leman Sam, yanımda dostlarım, bundan daha güzel bir
ambiyans olabilir mi? Muhabbetler ve kahkahalar eşliğinde konsere girdik
(konser yazısı ayrı bir yazının konusu canımın ta içleri).
CEYDA ve YEŞİM ile
Konser çıkışı Kıbrıs Şehitlerine yürüdük, tabibu arada benim eşsiz yön bulamama özelliğim,
bir de talihsizliğimle birleşince gene bir vukuatı üzerimize çektik. Yanlış
yola sapıp dümdüz ve nereye gittiğimizi bilmezken, yanımızdan geçen bir
arabadan bir kadın fırlaması, arabanın önünden önce dumanlar yükselmesi ve
sonra bildiğim kaputun alev alması, trafiğin allak bullak olması, şoförün
araçtan fırlaması ve bu sırada aracın hala yanıyor olması, araba patlar matlar
diye kaçışmamız… daha sayayım mı? Zaten bir beni bulur gecenin o saatinde
kaybolduğumuz yolda böyle bir olay :).
Nihayet Kıbrıs Şehitlerine çıkıp o gece evlerinde kalacağım
Batuhan ve Yiğit’le geliyorum dediğim saatten kırk beş dakika sonra
buluşabildik. Eve gittik, muhabbet vs. derken sızıp kalmışım, evlerini
açtıkları için çok çok teşekkür edeyim burdan bir kez daha. Ertesi gün erken
kalkıp yola çıkarım diyordum ama bacaklarım benimle aynı fikirde olmadığı için,
mecburen benim değil onların istediği saatte uyanmak zorunda kaldım. Bu da saat
11 filan gibi bir şeydi, evde sıcak su olmadığı için buz gibi suyla duş almak
epey bir kendime getirdi beni doğrusu. Beraber 13.00 gibi kahvaltıya indik ama
tabi ki bizi beklemeyecekleri için bitmişti kahvaltı filan. O saatte kahvaltı
niyetine yağlı yağlı pide yedik. Sonra Datça’nın iki değil, aslında yedi saat
mesafede olduğunu öğrendim!! Batuhan’lardan ayrıldım ve otogara yollandım.
İkinci yazıda eşsiz –deniz seviyesi altındaki- coğrafi bilgim yüzünden, İzmir’e
iki saat filandır, rahat rahat araç bulurum diyerekten çok fazla acele
etmediğim Datça yollarında başıma gelenleri anlatacağım.
Bütün bir gün yaşanırken ne kadar çok geliyor, ama
aslında iki sayfadan ibaret olması ne garip değil mi sayın ve sevgili okuyucu?…
Hayat da böyle işte, bir an… Tadını çıkarmalı… İkinci yazıda Datça ve Bodrum
var.
Geçen Çarşamba günü benim için rüya gecelerden biri
gerçekleşti. Tolga Akyıldız öncülüğünde, 27 Ağustos Çarşamba günü müzik blog
yazarları olarak Çukurcuma Bahar Meyhane'sinde bir araya geldik.
Blog yazarlığının en iyi yanlarından biri, bence, bir süre
sonra seninle aynı frekanslarda olan insanlar olduğunu görüp sevinmek, bundan
da ötesi, o insanların bulunduğu ortamlarda bulunabilmek. Bundan birkaç sene
önce, blogsuz ve kendi halinde bir müzik dinleyicisi iken, evrenin,
çabalarımın, kurduğum iletişimlerin bir karması bana geçen Çarşamba günkü müzik
blogları buluşmasına katılma şansı olarak geri döndü. Bu yazının konusu olan
müzik blog yazarları buluşması benim ikinci defa katılma şansı bulduğum bir gece
oldu. (dip notumsu: Hatırlarsanız, (ya da hatırlamayanlar için, aşağıda link de
mevcut efenim :)) geçen defa Harun Tekin’li enfes bir gece yaşamış ve bir hafta
kendime gelememiştim. Şuradan okuyabilirsiniz: HARUN TEKİN'Lİ MÜZİK BLOG YAZARLARI BULUŞMASI)
Bu gece ile ilgili Tolga Akyıldız’ın e-postası ulaştığında
da benzer bir şey yaşadım. E-postada gecenin ayrıntıları ve konuk olacak
müzisyenleri. Bu buluşmanın müzisyen konukları CEYL’AN ERTEM, PORTECHO
grubundan TAN TUNÇAĞ ve ESİN İRİS. Buluşma öncesinde hazırlık babında tüm
müzisyenlerin albümlerini yeniden dinleyerek tekrar keşfettim ve bazı notlar
aldım onlarla paylaşmak için. (Hoş orada pek paylaşma imkanı bulamadıysam da,
sonrası için cebimde hazır tutuyorum onları)
Biraz meşakkatli olsa da buluşma mekanını bulmam, sonunda
bulduğumda çoktan koyu bir sohbete dalmış olan müzisyenler, Tolga abi ve tüm
masanın yanı sıra, çok sevdiğim müzik yazarı dostlarım Ahmet Erten, Olcay
Tanberken ve Ahmet Kamil Taşkın’ı da orada görmek fazladan mutluluk vesilesi
oldu benim için. (Üçü de müzikle ilgili ne kadar kafalarını şişirsem de, aynı
frekanslarda buluştuğumuz için halimden anlayan ve yolumu açan can dostlar.)
Ceyl'an Ertem ile masa düzeninden dolayı çok fazla muhabbet
etme imkanı bulamasam da, uzaktan gördüğüm kadarıyla ilk izlenimim bilhassa ilk
albümdeki karanlık vokalin aksine çok eğlenceli ve matrak bir insan olduğuydu.
Nitekim geceden erken ayrılması gerektiği için masadan kalktığında, bunu ona da
söylediğimde güldü. Elimde soramadığım sorularımla, bir küçük söyleşi sözü
kopararak yanından ayrıldım. Gece boyu kulak misafiri olduğum kadarıyla Ceyl'an
Ertem genel olarak bir caz şarkıcısı kategorisine sokulmaktan ve sürekli
yaptığı müzik tarzından ve vokalinden dolayı Björk’e benzetilmekten duyduğu
sıkıntıyı anlattı. Aynı dönemde ya da aynı duyguları yaşayan kadınların
tınılarındaki benzerliklerden bahsedildi. Daha sonra müzik yazarlığına geldi
konu ve kimler müzik yazarı olmalı konusu tartışıldı.
Bence, sevgili okuyucu,
müzik yazarlığı/eleştirmenliği için çok ciddi bir dinleme süreci ve
yazdığın eleştiri ya da düşüncenin altını doldurabilme becerisi gerekir. Bir
albümü neden beğendiğini ya da neden beğenmediğini “çünkü öyle”den öte şu şu
nedenlerle eksik buldum ya da şu yönleri nedeniyle çok başarılı buldum
diyebilmeli müzik yazıyorum diyen kişi, ki görüşler de bu yöndeydi dikkat
ettiğim kadarıyla. Tabi ki, her yazılan şeyin sonuçta içinde öznellik
barındırdığını da unutulmaması gerektiği de ifade edildi. Sonuçta dinlenilen
şeyden alınan veya alınmayan haz kişiseldir.
Gecenin benim açımdan en büyük kazançlarından biri Esin İris
oldu. Yeni albümü bir iki haftaya kadar çıkacak olan Esin İris’i ilk gördüğümde
“ay ne cıvıl cıvıl biri” dedimdi içimden. Ceylan Ertem’in yanında oturuyordu ve
ben daha tanımıyordum. Sonra yanımıza geldi ve sanki uzun zamandır tanışıyormuşuz
gibi bir sıcaklık oldu. Kız hakkaten çok içten, o, ben ve Ahmet Kamil müzikten,
hayattan ve albümünden bahsederken, birden Alanis Morissette’in çok büyük
hayranlarından biri olduğunu söylemesiyle beni canevimden vurdu. Bilen bilir,
bu hayatta dünya üzerinde en fazla konserine gidip en fazla tanışmayı istediğim
iki kadından biridir Morissette benim için ama bu başka bir yazının konusu
olur. Neyse biz kaptırdık gittik Alanis’ten ve şarkılarından baya bir süre.
Sonra kendi albümünden ve reklamcı olduğu için hakim olduğu müzikte slogan
şarkının öneminden bahsetti. Bir şarkının tutması için en önemli formülün artık
gelenekselleşmiş ve insanların her dinleyişte ister istemez eşlik ettiği
melodiler bulmanın gerektiğinden, ki bundan Gökçe’nin Tuttu Fırlattı örneğini
verdi, ve böyle bir formülün tutmamasının imkansız olduğundan bahsetti. Sonra
albümüne geldi konu ve “benimle özdeşleşti” dediği Oh Yine Mavi’nin hikayesini anlattı.
Meğer arkadaşlarıyla ve dostlarıyla muhabbet dolu gecelerin sonunda gece güne varınca
“oh yine mavi” demeyi alışkanlık haline getirmiş ve bunu da bir arkadaşı fark
etmiş, düşününce bunun albümünün temasına da çok uyacağını ve umut dolu
şarkılar yazarak, bak gene sabah oldu, umudu kaybetmemek gerek mesajını vermek
istediğini anlattı. Bu muhabbetle hem albümünü merakla beklediğim bir müzisyen,
hem de iyi bir arkadaş kazandım galba. Alanis konseri için şimdiden sözümü
aldım bile.
Gece benim için sona ererken, bütün gece fırsat kollayıp da
bir yalnız yakalayamadığım Tan Tunçağ’a (ki o sırada kendilerine “Romantik Elektronik”
dendiğini anlatıyordu gülerek) da giderayak müziği hakkındaki düşüncelerimi
söylüyorum. Bütün gün çeviri yaparken bir yandan dinlediğim Portecho
albümlerinde, ki remiks albümleri dahil 4 tane var, dikkat ettiğim şey, ilk
albümlerinde 80’lerin soundunu 2000’lere adapte etmiş bir sound varken (hatta
klavyelerle filan Depeche Mode’un 80’ler versiyonunu çağrıştırdı bende), son
albümlerde daha dans, daha “Faithless ya da Moby” tarzına yakın bir tarz geldi
kulağıma. “Normalde bu tarz dans müzikleri çeviri yaparken dikkat dağıtıcı olur
ancak sizin albümleriniz bir yandan alttan alta akarken ben çok rahat çeviri
yapabildim, tonu, temposu su gibi aktı” dediğimde, “duyduğum en güzel
yorumlardan biri” diyerek teşekkür etti, mutlu oldum.
Kahkahalar havada uçuşurken, ben de Olcay, Ahmet, Ahmet
Kamil ve orada tanıştığım Harun ile müzik dünyasını kurtarıyor, ne olacak şu
şarkıcının hali ne olacak bu albümün akıbeti muhabbetlerinden muhabbet
beğeniyordum.
Gece sona ererken,
kulağımda melodiler aklımda geceden kareler vardı ve tabi bu geceyi
sizlerle paylaşmak için içimde duyduğum inanılmaz istek… Umarım okurken siz de
benim o geceyi yaşadığım kadar keyif alırsınız. Nice müzikli gecelerde buluşmak
üzere…
Yazıyı bitirmeden geceye katılan birbirinden değerli
müzisyenlerden de kısa kısa bahsetmek isterim. Kimbilir belki tanıyorsunuz,
belki de tanımıyorsunuz ama ilginizi çeker de dinlemek istersiniz.
CEYL’AN ERTEM
Ceylan Ertem Sakarya’da doğdu, adapazarı belediye korosunda
yer aldı ve gitar dersleri aldı. 1999′da müzik eğitimine devam etmek için
İstanbul’a taşındı ve Akademi İstanbul’ da 1 yıl müzikal şarkıcılığı eğitimi
aldı. Ardından Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ ne girdi ve Batı Müziği bölümünde 2
yıl eğitimine devam etti. 2000 yılında Tunçay Korkmaz ile birlikte ‘anima’yı
kurdu. Ardından 2004 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Tasarım
Fakültesi’nde Duysal Sanatlar bölümünde müzikoloji eğitimi aldı. Bu zamana
kadar film müzikleri, radyoculuk, müzik/araştırma programı, konserler, albümler
yaptı. Albümleri: 2010 – Soluk, 2012 – Xenopolis, 2013 – Ütopyalar Güzeldir,
2014 – Kör Heves (e.e. Mabel Matiz) Ceylan Ertem Türkiye’nin önde gelen ,
yetenekli müzisyenlerinden oluşan ekibi ile konserlerine devam ediyor. Ceylan
Ertem’ in konser haberlerini http://www.facebook.com/CeylanErtemOfficial
ve@ceylan_ertem twitter adreslerinden takip edebilirsiniz. (kaynak:
ceylanertem.com)
NE OLURSAN OL GELME (ALBÜM: ÜTOPYALAR GÜZELDİR)
PORTECHO
Tan Tunçağ ve Deniz Cuylan’dan oluşan "Portecho”, 2005
yılında kuruldu. Elektronikayı rock müzikle buluşturan grup, dans müziğine
farklı bir yorum getirdi. Sıcak gitar melodilerini İngilizce vokalle bir araya
getiren Portecho, müzikal kimliğinde 80’lere de göndermeler yapıyor. Albümleri
: 2006 – Undertone, 2009 – Studio Plastico, 2012 – Motherboy, 2014 – Elektronic
Storm (kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Portecho)
STUDIO PLASTICO (ALBÜM: STUDIO PLASTICO)
ESİN İRİS
2002 yılında söz yazmaya başladı. 2003 yılının ortasında ilk
amatör kaydını gerçekleştirdi. Rap ve R&B ağırlıklı olan ilk amatör
undergorund EP'si Ekran'ı 2006 yılında çıkardı. Mor ve Ötesi, Stuka, Fairuz
Derin Bulut gibi birçok müzisyenin ve müzik grubunun sahnelerine konuk oldu.
Çeşitli albümlerde düet ve söz yazarı olarak katkıda bulundu. Şarkı sözü yazarlığı ile de aktif olarak
projelerde yer alan Esin İris, Gökçe'nin "Tuttu Fırlattı", "Ne
Yapardım" ve "Oh Olsun" şarkılarının, Kolpa'nın "Hiç Bitmez
Bu Masal" isimli şarkısının, Ayhan Sicimoğlu'nun En Estambul albümünde
"En Estambul", "Arkana Bakma" ve "Nadie Como Tu"
şarkılarının sözlerinin yazımını sanatçılarla birlikte gerçekleştirdi. Müzik
kariyerinin yanı sıra 2008 yılından beri reklam yazarı olarak da faaliyet
gösteren Esin İris, reklamcılığın müzikle kesiştiği jinglelar ve kurumsal
müzikler, jenerik müzikleri dallarında da aktif olarak yayınlanan birçok işe
imza atmıştır. (Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Esin_%C4%B0ris)