Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

10 Eylül 2014 Çarşamba

BİR TATİLİN ARDINDAN... 4. GÜN ALTINOLUK ve ANADOLU ATEŞİ (15.08.2014)

ALTINOLUK VE ANADOLU ATEŞİ...
Aslında bu gün de pek tatil gününden sayılmazdı, zira günün anlatılabilecek olayları korkunç diyeceğim bir otobüs yolculuğu deneyimi ve ucu ucuna yetişebildiğim Anadolu Ateşi performansıydı. Şimdi önceki yazıyı lütfedip okuduysanız, Bodrum’da otobüs bileti alırken yaptığım hesaplamalara aşinasınızdır. Bilmeyenler için tekrar: bana uyan iki saat vardı, biri on buçuk, biri on iki buçuk, ben on buçuk biletini aldım ki, en azından vakitlice Altınoluk’a varayım, Anadolu Ateşi’nden önce biraz dinlenme ve belki bir deniz yapma fırsatım olsun.
Saat on buçukta başlayan ve bana yol yedi saat sürecek dedikleri kabus, benim saat taa 20.00’de Altınoluk’a varmamla son buldu. Öyle bir varma ki, Altınoluk merkezde inip koştura koştura amfitiyatroya tırmandım, arada bir yarım saat telefon şarj etme ve tostla midemi yükleme molasını saymazsak.

Ay bir dolmuş gibi çıktı otobüs şirketi, (üstelik bilinen firmalardan da biri, isim vermiyim), her durakta durur, herkes için durur, herkesi evinin önüne kadar bırakır (öyle ki yolda giderken birden bir sapağa girdik, bir adamı tee evinin önüne kadar bıraktık, sonra aynı sapaktan geri çıkıp yola devam ettik!) Bu arada bir yolcuyu unutmuşlar ve biz yarım saat onu bekledik, sonra bilmediğim bir nedenden dolayı yarım saat daha yol kenarında bekledik.

Allah’Im gerçekten çamaşır makinesindeymişiz gibi bütün yol gargargargar diye sarsıla sarsıla gider mi, ben ki yol tutmaz beni, içim dışıma çıktı, ikram yapıyolar, bardaklar tepside durmuyor, bir de yeni şortumu giymişim, o sarsıntıda zaptedemediğim meyve suyu üzerime dökülmez mi? Çamaşırların neler çektiğini daha iyi anlıyorum şimdi, öte yandan bu bir sabır sınavıydı sanırım ve tabi bi daha o turizm şirketiyle gitmeme kararımın temeli!
Neyse saat 20.00’de Anadolu Ateşi’ne yetişmek ateşimi aldı biraz (ehehe rampaların ustasıyım, laf oyunlarının hastasıyım!=) )

Anadolu Ateşi gerçekten enfesti, hepsi değilse de kırk kadarı vardı sahnede (sayıları daha çok diye biliyorum ben) ama öyle bir koreografi ki o kırk kişi yüz kırk kişi gibiydi sahnede, sanki karbon kopyayla çoğalıyorlarmış gibi. Vücutlarında kemik yokmuş gibi kıvrım kıvrım kıvrılmalarına mı şaşırmadım, kırk kişinin kırkının da otomatiğe bağlamış gibi sekmeden o bir tekini bile yapamayacağım hareketleri senkronize halde yapmalarından mı büyülenmedim? Onları izlerken insanın gerçekten bu hayata bir amaç için geldiğine, sahnedekilerin hayattaki amaçlarını bulduklarına inandım. Onlar o kadar zor hareketi sanki ne bileyim çamaşır asarmışçasına rahatça yaparken, aklımdan geçen “insan boş yere büyük olmuyor, boş yere isim yapmıyor” oldu. Zira çok büyük bir çalışma olduğunu okumuştum, günde sekiz saat filan çalışıyorlarmış, buna provalar ve performans öncesi ısınmaları da ekle, ortaya böyle mükemmel performanslar çıkıyor işte. Bu performanslar için Mustafa Erdoğan’ı da alkışlamalı. Performans yaklaşık iki buçuk saat kadar sürdü ve hiç ara vermediler. Konseptlere bölünmüştü koreografi, benim seçebildiklerim arasında aklımda kalan, düğün gelenekleri, savaş, zeybekler gibi Anadolu’ya özgü unsurların dansla ifadesiydi. İki buçuk saatte daha pek çok konseptte danslar yapıldı ama onları da artık bir gün siz denk gelir de izlerseniz, bana hatırlatırsınız. Ben kendimi dansın büyüsüne kaptırmıştım çünkü o esnada.Performansın en hoş anlarından biri davullu konseptte seyircinin de tempoyu sesle tekrar etmeye çağrılmasıydı. Performansa izleyiciyi dahil eden etkinlikleri hep ayrı bir sevmişimdir. Gece biterken, son gördüklerim, mutlu yüzler, sahnede rahatlama egzersizleri yapan dansçılar ve onlarla fotoğraf çektirmek için yarışan mutlu izleyiciler vardı.

Hiç yorum yok: