ALTINOLUK VE ANADOLU ATEŞİ...
Aslında bu gün de pek tatil gününden sayılmazdı, zira günün
anlatılabilecek olayları korkunç diyeceğim bir otobüs yolculuğu deneyimi ve ucu
ucuna yetişebildiğim Anadolu Ateşi performansıydı. Şimdi önceki yazıyı lütfedip
okuduysanız, Bodrum’da otobüs bileti alırken yaptığım hesaplamalara
aşinasınızdır. Bilmeyenler için tekrar: bana uyan iki saat vardı, biri on
buçuk, biri on iki buçuk, ben on buçuk biletini aldım ki, en azından vakitlice
Altınoluk’a varayım, Anadolu Ateşi’nden önce biraz dinlenme ve belki bir deniz
yapma fırsatım olsun.
Saat on buçukta başlayan ve bana yol yedi saat sürecek
dedikleri kabus, benim saat taa 20.00’de Altınoluk’a varmamla son buldu. Öyle
bir varma ki, Altınoluk merkezde inip koştura koştura amfitiyatroya tırmandım,
arada bir yarım saat telefon şarj etme ve tostla midemi yükleme molasını
saymazsak.
Ay bir dolmuş gibi çıktı otobüs şirketi, (üstelik bilinen
firmalardan da biri, isim vermiyim), her durakta durur, herkes için durur,
herkesi evinin önüne kadar bırakır (öyle ki yolda giderken birden bir sapağa
girdik, bir adamı tee evinin önüne kadar bıraktık, sonra aynı sapaktan geri
çıkıp yola devam ettik!) Bu arada bir yolcuyu unutmuşlar ve biz yarım saat onu
bekledik, sonra bilmediğim bir nedenden dolayı yarım saat daha yol kenarında
bekledik.
Allah’Im gerçekten çamaşır makinesindeymişiz gibi bütün yol
gargargargar diye sarsıla sarsıla gider mi, ben ki yol tutmaz beni, içim dışıma
çıktı, ikram yapıyolar, bardaklar tepside durmuyor, bir de yeni şortumu
giymişim, o sarsıntıda zaptedemediğim meyve suyu üzerime dökülmez mi?
Çamaşırların neler çektiğini daha iyi anlıyorum şimdi, öte yandan bu bir sabır
sınavıydı sanırım ve tabi bi daha o turizm şirketiyle gitmeme kararımın temeli!
Neyse saat 20.00’de Anadolu Ateşi’ne yetişmek ateşimi aldı
biraz (ehehe rampaların ustasıyım, laf oyunlarının hastasıyım!=) )
Anadolu Ateşi gerçekten enfesti, hepsi değilse de kırk
kadarı vardı sahnede (sayıları daha çok diye biliyorum ben) ama öyle bir
koreografi ki o kırk kişi yüz kırk kişi gibiydi sahnede, sanki karbon kopyayla
çoğalıyorlarmış gibi. Vücutlarında kemik yokmuş gibi kıvrım kıvrım
kıvrılmalarına mı şaşırmadım, kırk kişinin kırkının da otomatiğe bağlamış gibi
sekmeden o bir tekini bile yapamayacağım hareketleri senkronize halde
yapmalarından mı büyülenmedim? Onları izlerken insanın gerçekten bu hayata bir
amaç için geldiğine, sahnedekilerin hayattaki amaçlarını bulduklarına inandım.
Onlar o kadar zor hareketi sanki ne bileyim çamaşır asarmışçasına rahatça
yaparken, aklımdan geçen “insan boş yere büyük olmuyor, boş yere isim yapmıyor”
oldu. Zira çok büyük bir çalışma olduğunu okumuştum, günde sekiz saat filan
çalışıyorlarmış, buna provalar ve performans öncesi ısınmaları da ekle, ortaya
böyle mükemmel performanslar çıkıyor işte. Bu performanslar için Mustafa
Erdoğan’ı da alkışlamalı. Performans yaklaşık iki buçuk saat kadar sürdü ve hiç
ara vermediler. Konseptlere bölünmüştü koreografi, benim seçebildiklerim
arasında aklımda kalan, düğün gelenekleri, savaş, zeybekler gibi Anadolu’ya
özgü unsurların dansla ifadesiydi. İki buçuk saatte daha pek çok konseptte
danslar yapıldı ama onları da artık bir gün siz denk gelir de izlerseniz, bana
hatırlatırsınız. Ben kendimi dansın büyüsüne kaptırmıştım çünkü o esnada.Performansın en hoş anlarından biri davullu konseptte
seyircinin de tempoyu sesle tekrar etmeye çağrılmasıydı. Performansa izleyiciyi
dahil eden etkinlikleri hep ayrı bir sevmişimdir. Gece biterken, son gördüklerim,
mutlu yüzler, sahnede rahatlama egzersizleri yapan dansçılar ve onlarla
fotoğraf çektirmek için yarışan mutlu izleyiciler vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder