DATÇA... DATÇA...
Efenim şöyle ki, saat 3 gibi İzmir otogarına vardığımda,
Datça’ya hemen otobüs bulacağımdan çok emindim. 7 saat sürse bile, konserin en
fazla birkaç şarkısını kaçıracaktım. Gittim ve ilk karşıma çıkan şirkete Datça
otobüsünün saatini sordum, ay demesin mi altıya çeyrek kala! Ay ben nasıl
oldum, “nası yani, daha erken yok mu dedim??” “Yok” dediler, “eee”, dedim “buna
binsem kaçta orda olurum?” “onbir buçuk gibi” dediler, “ayy” dedim, mümkün
değil, “benim on dakika içinde bir şekilde gitmem lazım”. Ben bir yandan
kendime saydırırken, halime acıyan bir görevli bana parlak bir fikir verdi,
“sen” dedi, “Muğla’ya git, ordan aktarma yaparsın, on dakika sonra kalkıyor”.
“Hay” dedim, “çok yaşa sen”, atladım Muğla’ya gittim. Bu arada yanımda nakit de
bitmeye başladı, her anlamda patlamak üzereyim, ama çare yok, atladım Muğla’ya
gittim, 6 buçuk gibi vardım ve koştura koştura yazıhanelere gittim. Adamlar
gerçekten çok saygılılardı ama hiçbirinin otobüs saatlerinden haberi yoktu!
Biri dedi “birazdan gelecek Datça otobüsü”, bir diğeri “Son otobüs 6ya çeyrek
kalaydı, bitti”. “Eee”, dedim “napıcam şimdi ben?” “Marmaris aracı gelicek
birazdan, onunla aktarma yapman lazım” Aktarıla aktarıla hal oldum, ama yapıcak
bi şey yok, sırtımda on kilo çanta, kart geçmeyen bir yazıhanelerde atm
arayarak, bulamayarak, garın dışındaki atmlere koşup para çekerken aracı kaçırmamak
için dualar ederek, parayı çekip Marmaris aracına bindiğimde derin bir nefes
alarak Datça’ya doğru yola koyuldum.
Saat sekiz gibi Marmaris’e vardım şansıma ilk araç yarım
saat sonra kalkacaktı ve onu kaçırsam bir sonraki on buçukta, öyle bir bıçak
sırtı durum. Ama her şey ters gidecek değil ya, neyse ki aksilik olmadan attım
kendimi otobüse ve 21.30’da Datça’ya vardım, 22.00’de Datça amfitiyatroya
vardım, konser başlamıştı, ama son girmenin avantajı herkesle birlikte,
Yaşar’ın ve gözleri beni görünce kocaman açılan Leman Sam’ın dikkatini çekmekti
:). (Konser yazısı daha ileride can okuyucum).
Datça'da şezlongtan bir gece özçekimi... |
Konser çıkışı önümde iki seçenek vardı. Bir pansiyona kapağı
atmak veya bütün gece sokaklarda avare avare dolaşıp sabahlayarak paramı
cebimde tutmak. Sırtımda on kilo varken, pansiyon seçeneği cazipti aslında, ama
sorduğum pansiyonlarda ya yer yoktu ya da fiyatlar uçmuştu. Bu belki de bana
bir lütuftu. Yolda duvardan bir poster indirdim, bu ayrıntıyı bilhassa yazmak
istedim, zira akıbetine üzüldüğüm bir şey oldu. Sokaklarda bir saat kadar
dolaştıktan sonra, kafamı toparlamak ve isyan eden telefonumu şarj etmek için
bir kafeye oturdum. Biri dışında pek insan canlısı olmayan –en azından kendi
arkadaşları dışındakilere- bir tipin servis yaptığı bir kafeye –mecburen- oturdum
ve bi yandan telefonumu şarj ettirirken, bütün gün bir şey girmeyen midemi
tostla yükledim ve orada iki saat oturup yedi bardak filan çay içtim boş yere
masa işgal etmiyim diye. Orada karar vermiştim pansiyonda kalmamaya zira birkaç
saat sonra grupla feribotla Bodrum’a geçecektik. Gerek yoktu birkaç saat için o
kadar para vermeye, sorun pansiyonda kalmayacaksam nerde kalacağımdı. İki saat
sonra kafe kapanırken telefonumu aldım, sokaklarda yürürken deniz kenarındaki
şezlongları keşfettim, hafif de bir meltem vardı, “işte” dedim, “bundan ala
kalacak yer mi var?” Hemen çantamı filan kenara atıp şezlonga kuruldum ve hafif
meltem ve deniz şıpırtıları eşliğinde, kah köpeklerin havlamalarına uyanarak,
kah gelip geçen insanlara dikkat kesilerek, ama sonsuz bir mutlulukla, uyudum
orda, çantamı da belime destek yaptım, bi yandan da korumaya alma adı altında.
İçim geçmiş, gözlerimi açtığımda şöyle bir manzaraya uyandım:
Aman Allah sayın
okuyucu, insan on yaş gençleşir buna her gün bakarak uyansa. Tek pişmanlığım ve
kendime bir daha gidersem yapacağıma söz verdiğim o denize girmemek oldu. Her
türlü teçhizatım yanımdaydı ama duş filan imkanı bulamam diye canım çeke çeke
şu denize giremedim! Yapılacaklar listesine bir şey daha eklendi.
Bunun yerine, bir gün öncesinden dikkatimi dürtükleyen Datça
Kahvaltıcısına gittim, daha yeni açılıyordu. Saat yedi buçuk gibi Datça
kahvaltısı söyledim, bir saat kadar enfes bir kahvaltı yaptım. Saat dokuzda
feribot servisi kalkıyordu, o yüzden çok oyalanmadan toparlanıp feribot gişesine
gittim, işte posterin akıbeti, bütün gece yanımda dolaştırdığım, şezlongta
uyurken bile göz kulak olduğum biricik posterimi ordaki masanın üzerinde
unuttum! Bunu da servis hareket ettiğinde fark ettim! Hay bin kunduz! “Neyse
Bodrum’da var daha konser, nasılsa alırım” dedim (alamadım).
Saat dokuz buçuk feribotuyla Datça’ya karşı “hoşça kal göz bebeğim, hoşça kal göz bebeğim, hoşça kal yaz güneşim, hoşça kal,” dedim, “öbür yaza kadar”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder