UZAY: Bana sahte gelen bir şeyi bünyem kabul etmiyor
90lı yıllar müzik açısından bereketli yıllardı. Pek çok isim bugünkü müzik sektörünü bugünkü haline getiren ilk örnekler oldular. Bu yazıya, 1996 yılında çıkardığı "Yarın" albümü ile hatrı sayılır ilgi çeken ve bugünlerde yaşamını fotoğrafçılıkla sürdüren o isimlerden Uzay ile dünlerden bugünlere keyifli bir söyleşi gerçekleştirdim. “Az Giden Uz Gider" deyip hemen geçmek istiyorum söyleşimize.
1996 yılından bir albüm karesi
Ona ilk olarak “nasıl bulaştınız bu müzik işlerine, albüm çıkarma hayaliniz var mıydı" diye soruyorum. Albüm çıkarma fikrinin aslında ona ait olmadığını söyleyerek başlıyor konuşmaya: “Zeki Aköz ve Ahmet San ortaklığı vardı o sıralarda. Tarkan, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Burak Kut fırtınası Serdar Ortaç, Çelik, Kerim Tekin (Allah rahmet etsin) rüzgarı, acayip bir dönemdi,” diyor. Zeki Aköz prodüktör olarak besteleri dinlemiş ve yaklaşık 9 aylık çalışma ile albüm hazırlanmış. “Biraz beni bu işe ittiler de denebilir,” diye ekliyor. “Heyecan kısmına gelince Sibel Alaş ile yeni bir beste bitince heyecanlanırdık çok. Gitarı alıp ertesi gün Zeki'ye dinletirdik hemen. Ofiste çalışanların diline dolanırsa şarkı sınıfı geçerdi” diye anlatıyor o dönemi. (Bu arada Türk pop müziğinin en cesur ve kalburüstü şarkı sözü-yazarı ve yorumcularından Sibel Alaş’a da buradan selamlar olsun…) Sibel Alaş ile yolları daha çocukluktan kesişmiş. “Yazlıktan komşuyduk, 14-15 yaşlarından beri tanışıyorum, çocukluk arkadaşım" diyor anlatırken, "hala görüşüyor musunuz,” dediğimde “arada sırada telefonda” diye yanıtlıyor.
“O dönem bayağı çalınıyordu “Az Giden Uz Gider”, herkes ikinci albüm beklerken, siz tabiri caizse ortadan kayboldunuz, neden devamı gelmedi?” diye soruyorum. Bunu biraz sitemkarane bir şekilde “Bana sahte gelen bir şeyi bünyem kabul etmiyor sanırım,” diye yanıtlıyor. “Şan şöhret geçici şeyler bu ülkede. Kimler silindi ... Her şey yolunda giderken yüzümüze gülen insanlar, gerçekten onlara ihtiyaç duyduğunuzda sizi tanımazdan gelebiliyor,” deyip ekliyor: “Bildiğim tek şey var, o da insanın karakteri varsa parayla pulla, şöhretle onu değiştiremezsin. Karakter yoksa her yola girer çıkarsın zaten”.
2000 yılında askere gidiyor ve dönüşte müzik devam ederken turizm-organizasyon, reklam ve fotoğrafçılıkla ilgileniyor. 2002 yılında Antalya'ya yerleşip fotoğrafçılık yapmaya başlıyor. “Arada müzik işlerim oluyordu 2-3 sene öncesine kadar. Ancak artık sadece keyif için gitarı elime alıyorum maalesef,” diyerek müziğe aktif olarak dönmesini bekleyenleri üzecek bir haber veriyor. Sanatçının çalışmadığı zaman üretime vakit ayırması gerektiğini, üretemiyorsa da takip edip kendini geliştirmesi, değiştirmedi gerektiğini söyleyerek, “Zamanımız sanatçılarının magazin programlarından ve gazetecilerden kaçıyor gibi yapıp Çeşme ya da Bodrum'a tatile gitmesini ciddiyetsiz buluyorum,” diye ekliyor.
“Peki ya bugünün müzik ortamı?” diyorum, umutsuz yanıtlıyor: "Teknoloji insanı biraz solladı sanırım. Artık dilediğiniz şarkıyı 5- 10 dakikalık bir aramayla bilgisayarınıza indirebiliyorsunuz. Sadece sahne ve konserler ile bir sektörü ayakta tutup insanları doyuramazsınız,” diyor ve ekliyor: “Yeni bir şarkı ya da şarkıcı en fazla 1 hafta gündemde kalabilirken bunun üretimi ve satışından para kazanacak insanlara yaşama şansı vermek gerek. Dinlediğiniz herhangi bir şarkıda en az 10 kişinin emeği vardır”. Bu kadar insanın emeğinin bu kadar kolay çalınabildiği nadir ülkelerden birinde yaşadığımızı söyleyerek sektör konusunda umutsuzluğunu dile getiriyor. Bununla birlikte günümüzde de iyi işlere imza atan insanlar ve kaliteli işler çıktığını da ifade ediyor.
Son olarak sevenlerine ve dinleyenlerine seslenip "Hala dinleyen ve hatırlayan varsa Allah razı olsun” diyor. Şu anda bir projesi olmadığını ama müzik insanın içinde olunca ne olacağı belli olmadığını söyleyerek açık kapı bırakıyor. “Belki tek şarkı bile insanı bir anda dünya çapında ünlü yapabiliyor zamanımızda. Mazbut bir hayat sürüyor olsam da belki birgün bir şeyler yaparız yeniden,” diyerek içimize bir küçük de umut ışığı yollamayı unutmuyor.
Herkese teşekkürlerini ve sevgilerini gönderirken, ben de ona “Az giden uz gider, daha yolun var” Uzay diyorum… Sen unutulmayanlardansın…
2014 benim için güzel sürprizlerle başladı. Geçen hafta blog yazarlığımın benim açımdan en güzel ödüllerinden biri 5 Şubat’ta Tolga Akyıldız’ın düzenlediği müzik blogları yazarları buluşmasına gidebilmem oldu. Tolga Akyıldız'ın dahiyane fikri olan ve daha önce başka bir sponsorla yapılan gecelerin devamı olan, müzik blog yazarlarıyla önemli müzisyenleri bir araya getirerek fikir paylaşımları yaparken, keyifli buluşmalara ve muhabbetlere sahne olan gecelerin sonuncusu 5 Şubat’ta Safi Meyhane’de yapıldı.
Özel konuğun Harun Tekin olduğu gecede kahkahalar ve tabi Harun Tekin’le her telden muhabbetlerle güzel bir akşam geçirdik.
Daha önce katılmadığım için her şeyin benim için yeni bir deneyim olduğu bu gece hakkında izlenimlerim bu yazının konusu. Böyle ortamlara ilk kez girince, benim ya çeneme vurur ya da büsbütün içime çekilirim. O gece çeneme vuran gecelerdendi. Zira takip edenler bilir, müzik söz konusu olduğunda çenem durmaz, aklımdan geçenin dilime düşmesi 5 saniye sürer. O gece müzik hayatımla ilgili alakalı alakasız başını şişirdiğim herkese özürler :)…
Hararetle anlatıyorum
Gece benim için Harun Tekin’le daha kapıda karşılaşmamızla başladı. Sıcak bir selamlaşma ile masaya yöneldiğimizde grup çoktan yerlerini almıştı. Ben hemen çok sevgili arkadaşım Olcay Tanberken’in yakınındaki sandalyeye attım kendimi. Gecenin anlam ve önemine ve de mezelerine uygun olarak ilk kadeh “yeni rakı”larımızı tokuştururken ben yıllardır tanıyormuşum gibi olmuştum bile herkesle. Safi meyhane’ye de daha önce gitmemiştim, ancak servisi ve personelinin sıcak tutumları ile daha sonra da gitmeyi düşündüğüm rahat bir mekan.
Masadaki diğer blog yazarlarıyla muhabbetin ardından Olcay'la eski albümlerden, yeni albümlerden, Sertab Erener'den, kliplerden, programlardan dem vuruyoruz. İnsanın frekansının aynı olduğu biriyle muhabbeti başka bir keyifli oluyor.
Arada bir fırsatını bulup Harun Tekin’le muhabbetin yollarını gözetiyorum. İşte o fırsatlardan biri. Usulca eğilip, “Sizin benim için en özel şarkınız, Gül Kendine albümündeki “Bir” şarkısı,” diyorum, “herkes ‘Bir Derdim Var’ der Mor ve Ötesi denince, ama benim için ‘Bir’ şarkısı, üstelik albümün son şarkısı olmasına rağmen, çok başka bir yerdedir" deyip biraz mırıldanıyorum hatta (evet canlar, Harun Tekin’e Harun Tekin şarkısı söyledim :)) Seviniyor ve yakın zaman önce o şarkının İtalyanca'ya çevrilmiş bir versiyonunu dinlediğini ve şaşırdığını söylüyor.
Olcay'la bir muhabbet anı...
Derken Harun Tekin masanın diğer tarafıyla muhabbete girerken biz de kendi kendimize muhabbet ediyoruz. Diğer blog yazarlarını tanımaya çalışıyorum. Bazıları doğrudan müzik blogu yazmıyormuş, hatta bir süredir yazmadığını söylüyor.
Zaman zaman insanlar sigaraya inmek için dışarı çıkıyor ve işte fırsat, ben soluğu Harun Tekin'in yanında alıyorum. Kısmen heyecandan kısmen de çok fazla söyleyecek şeyim olduğundan bir bir aklımdakileri sıralıyorum. Ona “size bir eleştiri getirmek istiyorum Nilüfer düeti hakkında”, diyorum, “tabii ki” diyor, “çok isterim”. Ona Nilüfer düetinin pek beni tatmin etmediğini, çünkü bir uyumsuzluk olmasının yanı sıra, o vokalin hiç Mor ve Ötesi gibi tınlamadığını" anlatıyorum doğru kelimeleri seçmeye çalışarak, çünkü en çok çekindiğim şey, yanlış bir kelime söyleyerek insanları rencide etmek ya da canını sıkmak. Çok sıcak karşılıyor, “O şarkıyı ben söylemedim, Volkan söyledi. Aklımızda Eğrisi Doğrusu vardı, onu Manga aldı. kalanlar arasında birini yaptık, beğenmedik, sonra bu şarkı kaldı. Aslında bu şarkı gerçekten Mor ve Ötesi tarzı bir şarkı değil, ama kalanların içinden bu vardı. Biz de yapmaya çalıştık bir şeyler" diyor. Albümün genelinin beni tatmin etmediğini söyleyip, başka bir konuya geçiyorum. 2006 yılında ODTÜ stadyumunda Şebnem Ferah’la birlikte verdikleri Radikal’in 10. yılı konserinden bahsediyorum. Oradaki konuşmalardan bazılarını hatırlatıyorum, kısmen hatırlıyor, kısmen hatırlamıyor. Hatta bir ara Duman grubunun solisti Kaan’dan bahsediyor, “Kaan sahnede konuşuyorsa bir şey vardır, ben de sahnede konuşmuyorsam kesin bir şey vardır” diyerek sahnede konuşma yapma konusuna değiniyor. Zira biliyorsunuz, Harun Tekin düşünceleriyle, hayatta duruşuyla, yazılarıyla hayatın çok içinde olan, duyarlı biri. Sonra Youtube meselesine ve tabi ki Eurovizyon meselesine değiniyoruz. Daha doğrusu ben değiniyorum, Harun Tekin sabırla dinliyor :). Harun Tekin iki meselenin de yakın zamanda çözümleneceğini düşündüğünü söylüyor. Çok da detaylı konuşmuyoruz bu konuyu. Son olarak benim zamanında çalıştığım bir müzik yarışmasında Mor ve Ötesi şarkılarından “Uyan” ile birincilik kazanan gruptan bahsediyorum. Derken sigara molaları biten insanlar yerlerine geri dönüyor ve ben de daha fazla sıkmamak için yanında ayrılıyorum. Gene de aklımdakilerin yüzde 90’ını sorup/söyleyip cevaplarını alabilmenin mutluluğunu yaşıyorum.
Harun Tekin’in müthiş biri olduğunu düşünüyorum. Bir kere eleştiriyi kaldırabiliyor ve nezaketi hiç elden bırakmıyor ve en önemlisi dinliyor ve savunmaya geçmiyor. O öyle karşımdayken, sanki çok bilinen bir grubun solisti değil de, beraber müzik ve hayata dair her şeyi konuşabildiğimiz bir dostumuz gibi. Gece gene muhabbetlerle sürüyor ve sonuna doğru Harun Tekin ve arkasından grubun bazıları kalkıyor. Tolga abi ve birkaç kişi kalıyoruz, “hadi" diyoruz, “bu gecenin hatrına ‘yeni rakılarımızı’ tokuşturalım. Bu arada Tolga abinin kitabından bahsediyorum, tebrik ettikten sonra, "çıkış zamanlaması manidar," diyorum (sebebi bende kalsın), “öyle bir zamanda çıktı ki, ayarlasan bundan daha doğru bir zaman olamazdı, bu kitap baş ucunda durmalı ve sindire sindire okunmalı" diyorum. Biliyorsunuz Tolga Akyıldız'ın "Özür Dilerim Çok Sevdim" kitabı çıktı, (aldınız değil mi?) Kitap şimdiye kadar genelde hep kadınların kadınlar açısından anlattığı aşkı ve ayrılığın erkek tarafını anlatıyor. Bir erkeğin kendini sorgulamaları, hesaplaşmaları, ayrılığı nasıl kaldırdığını ya da nasıl kaldıramadığını, isyanlarını… insanlığını anlatıyor aslında. Bence erkekler bu kitapta belki kendi içlerinde çözemedikleri soruların cevaplarını bulacak, kadınlara çoğu zaman ‘duygusuz ve odun’ dedikleri erkeklerin iç dünyasını anlamalarına bir kapı açacak... Bu dip notu da ekledikten sonra gecenin sonuna geliyoruz. Tolga abiye bir kez daha teşekkür edip, bir dahaki buluşmada görüşmek dileklerimle oradan ayrılıyorum. Benim için güzel, faydalı ve mutlu olduğum gecelerden biriydi. Sizlere bu programlar oldukça yazmaya devam edeceğim.
Bora Öztoprak 6,5 yıl aradan sonra 11
Aralık'ta çıkardığı 6. albümü Büyüdü ile 2013'e ucundan yetişti ve albüm 2013’e
çok güzel bir veda oldu. Bu yazının konusu bu albüm olsa da Bora Öztoprak'tan
bahsetmemek olmaz.
Bora Öztoprak Sıra Bize De Gelecek albümü ile
ilk kez hayatımıza girdiği 1994 yılından bu yana az ama öz albümler yaptı ve
hepsi de Bora Öztoprak'ın ayrı ayrı klasikleri haline geldi. Bora Öztoprak şimdiye
kadar hiç bir anda hit olup da sonradan sönen sanatçılardan olmadı. Şarkıların
kalıcılığı zaman içinde oldu, hatta bazıları Bora Öztoprak adını bile aştı.
Bugün Akdeniz Geceleri, Seni Seviyorum, Ne Olur, Başıma Bela Mısın, Gidiyorum
gibi şarkılar kafelerde barlarda gitarlı program yapanların repertuarlarında ilk
sıralarda yer alıyorsa, bence bu başarıdır ve hızlı parlayıp çabuk
sönmesindense bir albümün, böyle demlene demlene yıllara yayılması en büyük başarıdır.
Onun albümleri daha çok yıllar içinde demlenerek klasikler yarattı. Bu albüm de
bu kalitede bir albüm.
Şimdi elimde Bora Öztoprak’ın yepyeni albümü
Büyüdü'yü tutarken, gözümün önünden Bora Öztoprak’lı 20 yıl geçiyor. Mesela ilk
aklımda canlanan anı olarak, Seni Seviyorum'u ilk duyduğumda nakaratı Nilüfer
söylüyor sanmıştım o vibrasyonlu sesten (ay bunu yazmak ve yazmamak konusunda
çok tereddütte kaldım ama içimde tutamam ya ben hiçbir şeyi :)). Sonra
ortaokuldayken Bu Şehir çıktığını ve bizim sınıftaki kızların müzik derslerinde
Ne Olur'u söylediğini hatırlıyorum. Sonra Başıma Bela Mısın ve uzuuuun sayılabilecek
bir ara, turuncu tişörtü ve uzun saçlarıyla anti-Bora Öztoprak görünümüyle (gerçekten
de Bora Öztoprak’ın Bora Öztoprak gibi görünmediği tek imajı oydu ve neyse ki
çok sürmedi) Bence albümü, sonra eller cepte hoplaya zıplaya söylediğimiz Ölmek
var Dönmek Yok şarkısını içeren ve aslında yazık olmuş Tam Karşındayım albümü
ve şimdi 6,5 sene sonra Büyüdü... 6,5 yıl sonra olabilecek en iyi geri dönüş
albümü demek istemiyorum, çünkü Bora Öztoprak hiçbir yere gitmedi ki geri dönsün.
Hayır ben bunun yerine 6,5 sene sonra çıtalar üstü, Bora Öztoprak’a yakışır
yeni bir albümle yeniden arşivlere girdi demeyi daha tercih ediyorum. Öztoprak
albümsüz 6,5 senede Kaan Öztürk'le programlarına da tam gaz devam etti, hatta
Çetrefilli Yollar sahnede söylediği şarkılardandı. 2013'ün Mayıs ayında albümün
habercisi olarak tekli şeklinde yayınlandığında tüm Boraseverler olarak
sevinmiştik.
Bu albümde son zamanlarda dinlediklerimizin
aksine, aşk konusunu uzlaştırıcı, yapıcı, sorunları kırmadan çözmek için çaba
gösteren erkek tarafının açısından görüyoruz. Şarkıların tonu hep kırılanı
onarmaya, biten sevgiyi kurtarmaya, hiç olmazsa sabaha kadar bekleyip gene
düzelen bir şey olmuyorsa ancak o zaman bittiğini kabullenmeye yönelik.
Şarkılarda hep bir umut var ve bekleme var. Erkek biten bir şeylerin tüm yükünü
sırtlanıp "bekliyor", belki Ege'de, belki “uzaklarda", belki
“Eylül”e kadar, belki "en azından”, belki “yaralar sararak", belki
"çetrefilli yollar"da, ama bir umutla bekliyor.
Albüm bütün Bora albümlerinin bileşkesi gibi
olmuş. Her albümden izleri ve duyguları bulmak mümkün. Şarkılar umutlu
şarkılar, hep “bak gün doğunca her şey güzel olacak,” “dur bakalım, hele bir
sabah olsun” teması var. Bu “sabah olsun hayrolsun” temasını daha albümün
açılış şarkısı "Hazır Cevap" da duymak mümkün. Hafif ironik bir şarkı
olan Hazır Cevap’ta, aslında bütün albümün hikayesini anlatan bir aşkın bitiş
süresinin ilk adımlarını duymak mümkün. Daha adam olayın ciddiyetinin farkında
değildir,
“Sus konuşma
Zamanı değil şu anda
Bir kenara yaz derdini
Okurum gün ışığında”
Adam inanmak istememektedir kadının ayrılmak
istemesine, bu yüzden dalgaya alır: “Gidiyorsan yok kal demem, iyisi mi sen hiç
uzatma” Aslında burada kadının gidemeyeceğinden emindir, zira “meğer
kaybedenmişiz, aşkı terk edenmişiz, yoldan çıkmışız ya, Allah Allah” derken
şaşkınlığını dile getirir. Adeta sorun yoktur adam için, bu yüzden bir gün
ayrılığın nedenini soranlara “bir cevabın vardır hazırda inşallah" diyerek
kinaye yapar. Bu şarkı albümün temasını da içinde barındırıyor aslında. Adam
sorunların üzerini örterek, bir nevi kendini kandırmayı tercih ederek, hatta
ciddiye almayarak ayrılık sürecini uzatabileceğini düşünür. Bütününde hep
”sabah olsun, hayrolsun” teması var çünkü.
Debelendik’te bir şeylerin farkına varmaya
başlayan adam sorar: “Sen nasıl herkes oldun, ben ne ara senden oldum, bir
yabancı yüz, bir yabancı söz ile, biz ne ara yalancı olduk?” Bu şarkı adamın
ayrılık sürecini uzatmak, bazı şeyleri kabullenmemek ve direnmek üzere
"debelenmeye" başladığı şarkı. Bunu yaparken de “iyi insan, güzel
insan, özel insan, nadir insan..." güzel sözlerle sevdiğinin kalbini
kazanmaya çalışıyor, hatasının farkında olan bir adamın şirinlik yapması
gibi... Ama yemiyor tabi. Bunun üzerine yaşanan günlerden dem vuruyor: "şarkılar
yazdık her yöne, acılar çektik her çeşit, kadehler kırdık beraber, dumandı,
sustuk diz dize"...
Büyüdü, ilk kez tek başına
kalan adamın her şeyin üzerine üzerine geldiğini hissettiği bir güne
uyanmasıyla başlıyor. “Büyüdü bu sabah her şey, büyük göründü gözüme, çok ağır
geldi yaşamak, amma yük binmiş üstüme”. Adam çaresizlikten ve boşluktan
rehberlerden kimi bulduysa ya da defterlerden kimi sildiyse arayıp eski
defterleri kapatmaya ve kafasını dağıtmaya hazır ama bunun da çözüm olmadığının
farkında… “Aradım kim var tek tek, bir kelam etmek, dağıtmak, sonra zor geldi
konuşmak”. Bu o kadar tanıdık bir duygu ki, bir ses duymak isteyip kendinde
konuşacak gücü bulamamak. Bir yandan eski günlerin özlemini iliklerine kadar
yaşarken, bir yandan yeni duruma alışmaya çalışmak…
Sonrasında sakinleşen adam, sevdiğini ikna
için son bir çabaya girişiyor, ki bu şarkı da “sabah olsun hayrolsun” temalı bir
şarkı.
“Hele Bir Sabah Olsun,
Şu güneş köşeden bir doğsun,
Kaderi tersine yazamazsak o zaman
Sana da bana da uğurlar olsun” diyerek son bir
şans için kalmasını istiyor: “Gel biraz otur yanıma, sebepsiz gerginlik
yapmayalım, zaten bu ara akıl yorgun, daha fazla yüklenip de yormalım” ve bu
zamanlarda en büyük ilacın “konuşmamanın" en iyi çözüm olduğunu söylüyor,
çünkü bazen öfkeyle söylenen sözler, onarılmayacak hasarlar açabilir, bu yüzden
“bazen, öylece durmak lazım derler". Şarkıda o an sessiz kalarak
çözümsüzlüğe gidebilecek bir durumu tersine döndürmek isteyen son noktaya kadar
aşkını kurtarmaya çabalayan adamın umutlu çırpınışını anlatıyor. Bu ilişkide
adamın aslında nasıl sağduyulu ve çözümcü olduğunu görüyoruz.
Aslında adam korkuyor kaçınılmaz sondan,
çünkü “çok zaman önce bittiğinin farkında söylenecek sözler” aslında içinde
biriktirdikleri var ama önceki şarkıdaki “bazen öylece durmak lazım” olduğu
için içine atıyor ve bu anlamda iç dünyasını şarkıdaki sandığa benzetiyor,
sevdiği kadının o sandığa bakınca görebileceklerinden korkuyor. Çok fazla
yansıtmak istemiyor bu yüzden “gönül sandığında dantel dantel biriken” sözleri.
Çünkü orada hayal kırıklıkları, kırgınlıklar ve içine attıkları var. Bu süreçte
ondan da yardımcı olmasını istiyor, çünkü onun da “biraz kendine gelmesi ya da bir
zarif karar vermesi" gerek: ya bırakayım, ya da “birikmiş dünlerden icazet
alıp, yarın olsun yanına geleyim (gördünüz mü, bunda da “yarın olsun” diyor).
Sadece bir sözüyle gelmeye hazır, "hem de ta en başından” Bu defa hiç
bilmediği kestirme sokaklardan, çünkü bu onun için de yeni bir durum. Daha önce
aklına bile gelmeyen bir şekilde kendini güvende hissettiği kaleleri yıkılmış.
Taviz vermeye hazır, çünkü bu daha önceki “epeyce cefalardan, arada bir
sefalardan” geçtiği “çetrefilli yollar”dan sonra ilk kez kestirme sokaklarda
kaybolduğu bir duygu.
Ve adam kısa bir mola için Ege'ye kaçıp
gidiyor, sevdiğinin arkasından gelmesi beklentisiyle. Sevdiğine bir Ege
türküsüyle seslenmek istiyor, içinde sadece güzelliklerin, huzurun, rakının
zeytin ve limon kokusunun olduğu, hüznün ve acının korktuğu. Bu sevdiğine
ilişkilerine bir şans daha vermek için beraber bir kaçamak isteme düşüncesi
gibi geldi. Sadece ikisi hüzünden, acıdan, kavgadan uzak bir yerlere giderlerse
sorunlarını çözebileceklerini düşünüyor belki de... Çünkü şarkıda tarif edilen
ortamı kafamda canlandırınca, Bu şarkıda adamın sevdiğini ikna etmek için
çabalarından biri ve albümdeki diğer şarkılar gibi hep ilişkiyi kurtarmak ve
kaleleri yeniden inşa etmek üzere...
“Bırak rüzgara kendini, gel Ege’ye doğru,
Asıl martının kanadına, uç Ege’ye doğru,
Orda bekliyorum seni”
Adam içinde bulunduğu hali, Eylül’deki
ağaçların yaprak dökmesine benzetebiliriz. Adam hala kabullenemiyor
yalnızlığını, belki de içine düştüğü ve hiç alışık olmadığı bu durumun
anlamlandıramıyor: “Anlaşılmaz hallerdeyim, neyin kafası bu, yahu nerdeyim”.
İlişkilerine kısa bir ara verdikleri bir yaz mevsimi boyunca adam anlaşılmaz
hallerde ve sevdiğinden gelecek bir haberle on adım atmaya hazır: “geri
dönüşmez bir yoldayım, neyin inadı bu, bırak ben geleyim" Bir yandan da
yavaş yavaş kaybettiğini anlıyor, bazen aşkın ne kadar büyük olursa olsun,
karşındaki senden soğuduysa ve sevgisi kalmamışsa, ne şarkılar, ne şiirler, ne
güzel sözler etki ediyor. Çarpıp geri geliyor söylediğin bütün sözler. Kimseyi
zorla kendini sevdiremiyorsun, hatta öyle zaman geliyor ki söylediğin güzel
sözler bile batar hale gelir. “Gel gör sevda, hasret, aşk tanımazken, Eylül bu
illa ki yaprak dökecek” Bitmesi gerekiyorsa, bitecek!
Şarkının en sürprizli şarkısı Vak Vak…
Disko-funk türündeki bu şarkıyı ben iki şekilde okudum. Biri hep depresyonda,
kötümser, bardağın hep boş tarafına bakan ve kendi kendini sıkarken etrafını da
huzursuz edenlere bir gönderme adeta. Hani hayat hep onlara kötüdür, herkes ve
her şey onlara karşıdır. “Bir kedisi bile yoktur, anlıyor muyuzdur", bu
yüzden şarkı onlara "gülümse" der... “Sen kendini sevmeden, her yerim
aşk olsa ne olur, beni birazcık dinlesen, e yani çok mu zor" derken, her
şeyin önce kendini sevmekle başlayacağını söyler. Hepimizin hayatında böyle
insanlar yok mudur, ya da girmemiş midir? İkinci okumam, bu bahsettiğim kişinin
aslında kişinin kendisine söylemesi, bir nevi aynadaki aksiyle konuşmasıdır.
Kendi kendine hayatı dar eden kişinin, bu durumun ona bir çözüm getirmeyeceğini
fark edip özeleştiri yapması şeklinde de okunabilir. Zaman zaman insan kendinden
yorulur ya, hani “sıkıldım kendimden ben bile” gibi bir ruh haline bürünürüz, o
zaman işte aynaya bakıp içine dönerek çözümü içinde ararsın. Çünkü insanın en
iyi terapisti gene kendisidir. Her şey insanın içinde istemesiyle başlar ve
yeni başlangıçlar her zaman mümkündür. Bu arada Öztoprak’ın sesi bu funky
şarkıda çok farklı tınlıyor. Değişik ses oyunları yapmış ve çok eğlenceli bir
“kendine gel, sen kendine kendine gel” şarkısı olmuş ve albümün geneliyle
tutarlı şekilde gene yapıcı, çözümcü, olumlu duygular telkin ediyor. Bu albümün
bütünü düşünüldüğünde, ben bu şarkıyı kendiyle yüzleşen, inatçılığı ve belki de
kibri yüzünden sevdiğini kaybeden adamın kendiyle konuşması olarak okuyorum bu
albümde.
Albümde iki favorim var, ikisi de boğazımı
düğümleyen. Sözü Ömer Teoman imzalı En Azından şarkısı bu şarkılardan biri ve
bence albümün gizli hitlerinden biri. Bu şarkı da hep bir çözüm arayan,
direnen, savaşan, aşkını kaybetmemek için savaşan ve kabullenemeyen bir adamın
çaresizliği var. Eylül gelmiş geçmiş, iki sevgili epey süre sonra bir araya
gelmiş, ikisinin üzerinden yıllar geçmiş, kadın tarafı için belki her şey
bitmiş, başka hayatlara savrulmuş, başka insanlar girmiş hayatına belki ve geri
dönmeyi düşünmüyor. Anlaşılan bu kadar dil dökmeler işe yaramamış. Hep erkek
tarafını suçlar bir havası var: “Kayıp zamanı, yorgunluğunu, o tatsız düşleri,
yorgun bedenleri” adama yoruyor, haklı olarak adam da: "peki bana mı
sordun?" Erkek ise hala ümitli, unutamamış. Şarkı öyle bir umutsuz sevgiyi
anlatıyor ki, adam sevdiğinin sevmediği halde, severmiş gibi yapmasını bile
kabul eder hale geliyor. Her şeye rağmen geri dönmeyi kabul etse, her şeye
başlamaya hazır “hem de ta en başından” sevmediğini bilse bile…
“Ben zaten buralardaydım,
Şimdi bari en azından
Beni severmiş gibi yapar mısın?
Ben zaten buralardaydım,
Şimdi bari en azından
Çok özlemiş gibi bakarsın”
O bunları dedikçe, “yapmasın abi”, dedim
içimden, “'mış gibi yapmasın’, çünkü o zaman daha çok koyuyor”.
Aynı sabah temasını albümün 10 numaralı
şarkısı Uzaklara Doğru'da da görmek mümkün. Albüm boyunca sevdiğine
pişmanlığını ve sevgisini ikna etmeye çalışan adamın artık pes etme noktasına
geldiğini görüyoruz.
“Yoruldum Ben
Birazcık Nefes Almam Gerek
Yarından Umut Bulmam Gerek
Sabahlarsam Bir Kahve İyi Gelecek
Güneşi Doğurunca
Hayat Yollara Dökülünce
Gün Maviye Bürününce
Gel Beni Bul Şu Hüznümü Al”
Bunda da gecenin tüm öfkesi bir uyku ve sabah
gün doğumuyla sona ereceğini düşünüyor. Hala bir haber bekliyor umutsuz olsa ve
gelmeyeceğini bilse de, ama artık bir kabulleniş var: “Gece uykuya yenilince,
yolun sonuna gelinince”
Aradaki Çetrefilli Yollar’ın remiksinden
sonra bir sürpriz çıkıyor karşımıza ve Öztoprak’ın 2002 yılından çıkan Bence
albümünün en bilinen şarkılarından Gidiyorum şimdi yepyeni slov bir düzenleme
ile düet şeklinde albümün son şarkısı olarak karşımıza çıkıyor. Son şarkısı
olması çok manidar aslında. Çünkü bütün albüm boyunca bekleyen, umut eden, hep
sorunları çözmeye çalışan adamın da artık sabrının kalmayıp, aşkın bittiğini
kabul ederek “gitmesini” ifade ediyor son şarkı. Albümün bütününde adamın hep
"ya olursa" diyerek ümit ettiği her şeyin son noktada kırıldığı ve
artık onun da vazgeçtiğini görüyoruz. Bu defa kadın tarafı da giriyor devreye.
Çünkü bütün albümde erkek tarafını dinledik ve hak verdik. Bu sözleri kadın
tarafından dinlediğimizde, kadının derdini ve kırılmışlığını görüp ona da hak
veriyor insan. Bu şarkının bu şekilde düet olarak bitmesi, hikayenin
tamamlanmasını sağlıyor aslında. Bütün albüm boyunca adamın burnundan getiren
kadının da artık olaya dahil olup, onun da içinde dolup taşanları söylemesini
dinliyoruz. Bu düet o kadar uyumlu ki, o şarkının ilk hali erkeğin öfkesini
nasıl gösteriyorsa, bu hali de erkeğin ve kadının gücenikliğini, kırgınlıkları,
kızgınlıkları ve son noktaya gelişleri öyle naif hissettiriyor. Kırmadan,
dökmeden ve birbirinin gözünü oymadan... Sanırım şair böyle bir ayrılıktan
bahsetmişti "Çünkü ayrılıklar da sevdaya dair, çünkü ayrılanlar hala
sevgili" derken.
Duyardım gökyüzünü
Sana yorardım rüzgarı
Sahilde kırık bir sandalye
Yüzümde tuzdan bir maske
Kurardım soframızı,
Her gün beklerdim sesini
Kadehte eski bir kulübe
İçimde senden bir kale
Yok ki günahım desem de
Avunsam da, ne fayda
Duymuyorsun yoksun hala buralarda
Gidiyorum artık yeter
Yüklenip yarınlarımı
Bir gül bıraktım yerime
Hayaldin sen, gidiyorum
Bu arada Ömer Teoman’ın da adını anmadan
geçmek olmaz. Bora Öztoprak’ın 2. albümünden beri candaşı olan Teoman’ın kaleme
döktüğü duygular, Öztoprak'ın duygularıyla adeta kardeş ve tamamlıyor
birbirini. Albümün başından sonra bir bütünlük içinde olması bu birlikteliğin
bir sonucu. Duygudaşlar olarak biten bir aşk hikayesini böylesi naif, akıcı,
bütünlüklü anlatması ile Teomansız bir Öztoprak albümü düşünülemez bu aşamadan
sonra.
Bulmuşken iki tane aldım.
Albümün en sevdiğim yanı, şarkıların hepsinin
bir hikayesi var ve dolu dolu sözlerle tamamlanmış melodilerle aklımda
canlanıyor. Bu yukarıdaki hikayeyi şarkıları dinlerken aklında canlandırdığım
bir aşk hikayesi şeklinde yorumlamam bundan.
Albümün en keyif aldığım yanlarından biri kelimelerin
tane tane anlaşılması. Haralop huralop söylenen şarkılardan sonra, Öztoprak'ın
duru sözleri ve yorumuyla, kelimelerini tane tane anlamak, bu yuvarlamalar
çağında kulağı hiç yormuyor, ne diyor yahu bu demiyorum ve bunu seviyorum.
Albümün canlı enstrümanlarla çalınması albümü
daha da kıymetlendiren bir diğer güzellik. Öyle güzel isimler çalışmış ki, canım
abilerimden bas gitar maestrosu Eylem Pelit, nefeslilerde farkını hissettiren
abim Levent Altındağ, tam bir sahne adamı Kaan Öztürk, Gitar üstadı Erdem
Sökmen, bunun yanında Davulda Mert Türkmen, Utta Hüseyin Bitmez, Yaylılarda
Kempa Yaylı Grubu, Perküsyonda Kemal Taşpınarlı, bağlamada Engin Şafak Gürler,
Kemençede Kadir Verim, Vokallerde Aslı Omağ, İlknur Tuncel (ki Gidiyorum
düetindeki ses onun) ve bir sürpriz olarak Bora oğlu Ardahan Öztoprak, Kayıt ve
misklerde Derya Kadayıfçı gibi isimlerle başlı başına bir müzikal ziyafet
albüm. Müziğin giderek akustik ve canlı çalınan albümlere dönmesi, benim gibi
cıstak cıstak müziklere alışamamış bir müziksever için sevindirici. Zira bence
insanlar artık sıkıldı sürekli cıstağa boğulmuş anlamsız sözlerden. Bu albüm
akustik ve canlı enstrüman sesi duyduğumuz albümlere olan hasretimizi giderecek
bir albüm.
Albümün bir diğer hoşuma giden tarafından,
kapağından da bahsetmemek olmaz. Fotoğraflarda Kadir Dost’un, grafik tasarımda
Özlem Semiz'in imzasının olduğu, kırmızı renklerin hakim olduğu albüm kapağında
Bora Öztoprak'ı eline en çok yakışan şeyin, mikrofonun başında şarkı söylerken görüyoruz.
Kırmızı tonlarının seçilmesi ilgiyi arttırıyor, zira kırmızı sıcak renk olduğu
için, insanın dikkatini çeken kanını kaynatan bir renk. Aşkın, tutkunun, öte
yandan kızgınlığın ve kırılmışlığın da rengi... Bu albüm bunların hepsini
içeriyor, yani duyguları içeriyor, insanı içeriyor... Albüm konseptine çok
uygun bu kapak, benim Bu Şehir ile birlikte iki favori Bora Öztoprak kapağından
biri.
Son söz olarak: Türkiye Bora Öztoprak gibi
bir sese sahip olduğu için çok şanslı ve dilerim bu şansı iyi değerlendirir.
Canlı sahnede albüm gibi okuyabilen kaç kişi var ki? Bu albümün yaygınlaşmasını
çok isterim, çünkü iyi müzik, güzel Türkçe ve anlamlı sözler var. Hasret
kaldığımız şeyler bunlar, bu yüzden son dönemde çıkan albümler arasında
"oh bee" dedirten bir albüm. Bu satırları yazdığım sırada albümün üçüncü klibinin çekimi bitmiş yayın için gün sayıyordu. O zamana kadar bu şarkıları dinlemeye devam, her gün bir kere şifa niyetine: