Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Şubat 2013 Perşembe

BENİM 90'LARIM (2. KISIM)


...90'LARDA BEN'DEN DEVAM...

Şimdiye kadar çok fazla müzikten bahsetmedim değil mi sevgili postdaş? Çok bahsetmedim, zira bu blogun amacı zaten 90’lar müziğinin tamamı. Bu yüzden bu yazıda daha başka, daha bana 90’ları anlatan şeyleri yazmak istedim. Benim hayatıma fon müziği olan şarkıları sizlerle paylaşmaya devam edicem. Ama ben 90’larla ilgili son bikaç şeyden daha bahsedicem, zira bu zamanlarda müzik açısından en çok özlediğim şeyler şimdi yazacaklarım.

90’ların müzik programları ve yılbaşı eğlencelerinden bahsedicem mesela. 90’ların havası ve büyüsü gibi televizyon programları da bir başkaydı. Erkan Yolaç’ın sunduğu Bizden Size, Cumartesi’den Cumartesi’ye, Çetin Çeki’li Ceylan Saner’li Bir Başka Gece, Mustafa Yolaşan’lı Pazar’89, Pazar’90, Pazar’91 diye giden sanırım 1995’e kadar süren program, Şafak Karaman’la gene Yedigün sponsorluğunda Yepyeniler’89, Yepyeniler’90 diye devam eden klip programı, Show TV’nin müzik dünyasına Deniz Seki, Niran Ünsal, Suat Suna gibi isimleri kazandırdığı Popshow Yarışmaları, Oya Küçümen’in Pop 10, Ömer Önder’in Kokteyl, Kanal 6’nın görüntülerini harıl harıl aradığım Lolipop programları… Ne çok güzel müzik programı vardı. Müziğin patladığı 90’lı yıllarda bu programlara çıkmak çok önemliydi. Mesela ben Aşkın Nur Yengi’nin ilk kez Bizden Size’de takdim edilip Ayrılmam’ı söylediği programı ve saçlarını, kıyafetini bile dün gibi hatırlıyorum. Henüz klip kavramı pop müzik patlamasına ve özel kanalların birbiri ardına açılmasına paralel olarak yeni yeni gelişirken, bir kasetteki bütün parçalara tüm kanallar ve programlar kendi kliplerini çekerlerdi. Bunların en önemlisi, Bir Başka Gece içinde yayınlanan ve Türker İnanoğlu’nun yapımcılığında Samim Değer tarafından çekilen URT klipleriydi, ki bu klip görüntüleri şimdi hazine değerinde. Sanatçılara müzikleri ve albümleri hakkında sohbet edilir, izlemesi sıkmaz, en yeni şarkılar çalınır, şarkı ve söyleşi aralarında gerçekten komik ve güldüren skeçler verilirdi (Gülelim, gülelim eğlenelim). Bugün adını pop müziğin öncüleri olarak yazdıran niceleri geldi geçti bu programlardan, Yonca Evcimikler, Nazan Önceller, Aşkın Nur Yengiler… Ben TRT Müziğin yerinde olsam, bu programları değerlendirir, bir daha yayınlardım. Bu programlar bizim müzik tarihimiz çünkü.

O zamanlar yılbaşı programları da ayrı bir özenle hazırlanırdı televizyonlarda. Şimdiki gibi saçmasapan bir dizi arasına konuk oyuncu olarak sıkıştırılmış şarkıcılar yoktu. Özenilmiş programlar, güzel bir akış, dansözlü ve her türden müziğin çalındığı bireysel programlarda sanatçıları izlerdi yılbaşını evde geçirenler. Duyuruları yapılırdı haftalar öncesinde, yılbaşı konukları şunlar şunlar diye. Gerçekten coşkuyla ve eğlenerek girerdik yılbaşlarına. Müzik dinler, saçmasapan dizilere veya Kral Tv kliplerine muhtaç kalmazdık. Star ve ATV çok başarılıydı bu konuda. Bende o zamandan birkaç senenin görüntüleri var da, her izledikçe, şu anki tv’de yılbaşı anlayışına ya da genel olarak tv anlayışına küfrediyorum…

Artık yeter da, dediğinizi duyar gibiyim, ama inanın o kadar çok şey var ki içimde iz bırakan… Mesela 90’lı yıllar yarışmaları ve dizileri…

Yarışmaları ele alalım, bir Süpermarket vardı. Migros yeni yeni açılırken, yarışma adı altında tanıtımının yapıldığı müthiş bir yarışmaydı. Yarışmacılara bir ürün hakkında ipuçları verip ürünü en kısa zamanda bulması isteniyor veya topluca alışveriş sepetini torlayıp tolayıp getirmesi bekleniyordu yarışmacıdan. Bu yarışmanın ayrıntılarını hatırlatmanızı rica ederim sevgili postdaş.

Sonra bir Turnike vardı. Ünlü yarımacılar sırasıyla gelip belli bir türde (mesela balık) kapıların arkasındaki seçenekleri tahmin ederdi. 5 kapı vardı ve her kapının arkasında puanlı cevaplar vardı. Doğru cevaplar kapının açılması ve hediyenin kazanılması demekti. Aslında birkaç bölümden oluşuyordu yarışma. Güner Ümit sunardı ve tv’de yaptığı bir gaf yüzünden televizyon hayatını bitirdiler adamın resmen. Şimdi kimbilir nerelerdedir.

Diğer bir yarışma Erhan Yazıcıoğlu’nun Seç Bakalım’ı idi ve bunda da perdeler açılıyor, güzel hostes kızlar hediye filan veriyordu. Bu hostes kızlardan biri daha sonra ayrılacak ve bu daha sonra bu hostesin Spice Girls grubunun Ginger Spice’ı Geri olduğunu öğrenecektik.

Çarkıfelek henüz Mehmet Ali Erbil tarafından keşfedilmemiş ve sulandırılmamışken, Tarık Tarcan tarafından sunulan, harfleri çevirenin ise manken Yasemin Koşal olduğu kendi halinde ama çok büyük izleme oranlarına ulaşan bir yarışmaydı. Harf kutuları otomatik olmadığı için, Yasemin Koşal’ın kutuları tek tek çevirerek açması yarım saat sürerdi nerdeyse, özellikle uzun cevaplı sorularda J.

Riziko, şimdiki Büyük Risk’in atası olan ve Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun sunduğu, sunucunun cevapları verip soruları istediği, tersten yarışmaydı. Serhat beyin sunumu bugün bile efsanedir. Özellikle karakteristik bir ses tonuyla söylediği, “Siz, sayın xxx, sıra sizde” lafı ile ilgi çekerdi. Burada cevapların (yani soruların) değeri vardı ve bu değere göre elindeki paranın bir bölümünü riske eder, cevabınıza göre kaybedebilir veya arttırabilirdiniz.

Süper Aile, önce Erol Evgin tarafından yıllar sonra da Beyaz tarafından sunulan, ailelerin yarıştığı ve bilgi kadar tahmine dayalı yarışmaydı. Sırayla karşılıklı aile bireylerinden bir kişi karşı karşıya gelir ve “100 kişiye sorulan” bir sorunun şıklarını tahmin etmeye çalışırlardı.

Mesela şöyle giderdi yarışma:
“100 kişiye sorduk, sabah kahvaltıda yenen bir yiyecek”
Yarışmacı, mesela “peynir” deyince ve en çok o cevap verilmişse o aile önceliği alıyordu ve böyle böyle o beş şey ortaya çıkarılmaya çalışılıyordu. Eğlenceliydi.

Son olarak dizilere de değinmeli… Zira şu anki dizi furyasının ilk ve en güzel örneklerini de izledik o yıllarda… Mesela, bir Süper Baba vardı, Şevket Altuğ’ün, başrollerden biri olduğu 80’lerin dizisi Perihan Abla’dan sonraki en büyük başarısı olmuştur. Dizi bugün bile efsane diziler arasında gösterilir ve bir dönem Fikret –namı diğer Fiko- Fikret’in ailesi, arkadaşları ve uzatmalı sevgili İpek’le bir türlü kavuşamamasını, eski karısını, sevgililerini konuşurdu. Bu sıcak mahalle dizisini yanına bu zamanlarda hiçbir dizi yaklaşamadı. Yaklaşık 3, 3 buçuk sene süren dizinin son bölümü bittiğinde “ben şimdi ne izliycem” diye ağlamışlığım vardır… O kadar fenomen diziydi ki, insanlar ikiye ayrılmışlardı Fikret’in uzatmalı sevgilisi İpek yıllar sonra döndüğünde. Hele Fikret’in İpek’e “sen benim için ölüsün artık” dediği sahne bu dizinin de en can alıcı sahnelerindendir. Halbuki İpek zaten hastadır ve ölecektir. O yüzden dönmüştür. Ayy o dönemler ne üzülmüştük ne üzülmüştük. Hele İpek dökülen saçlarını makasla kestiğinde kahrolmuştum! J

O bitince gene aynı ayarda Babaevi başlamış ve gene büyük başarı kazanmıştı. Başrolünde Halil Ergün ve Deniz Gökçer’in olduğu bu dizi, gene bir aile ve mahalle dizisi kıvamında birkaç yıl boyunca ekrana kilitlemişti bizi. Özellikle müzikleri çok akılda kalıcıydı. Aşkın Nur Yengi’nin güzel sesinden Babaevi hala dizi müzikleri arasında üst sıralardadır.

90’lar dizilerini düşündüğümde fark ettim de, genelde hep mahalle temalı diziler çekilmiş. Bunların en “temel” örneklerinden biri Mahallenin Muhtarları. Dizinin bütün özeti esasında artık alamet-i farika olmuş jenerik müziğinde veriliyor aslında. Aydan Burhan ve Erkan Can’ın bir türlü kavuşamayan aşıkları canlandırdığı bu dizi, her karakterin kendi hikayesini anlatması bakımından herkesin başrolde olduğu bir diziydi. Bir dönem has Karadenizli Fadime’nin Temel’le bir türlü kavuşamamasına ve bu esnada mahallede olup bitenlere tanık olduk… O da yıllarca sürdü, son zamanlarında Aydan Burhan saçmasapan şekilde diziden ayrıldı ve bir daha hiçbir şey olamadı, ancak o gidince batar denilen dizi, yeni karakterlerin gelmesiyle birkaç yıl daha devam ederek en uzun soluklu dizilerden biri olarak tv tarihindeki yerini aldı.

Eeee hani ne zaman bahsediceksin, ne zaman bahsediceksin dediğinizi duyar gibiyim, Sabırlı olun sevgili postdaşım, önce Kara Melek’ten bahsetmeli… Derbedeeeer yine gönlüüün nidaları duyulmasıyla televizyonun sesi açılırdı. Sanem Çelik’in hayatımıza girmesine vesile olan bu yerli entrika dizisi, 4 sezon sürdükten sonra sona erdi. Temelde Yasemin’in şeytanlıkları üzerine kurulu bu dizi de tüm Türkiye kötü kadın olmasına rağmen Yasemin’e derin bir sevgi ve hayranlık duydu. Yıllarca herkes birbirinin kuyusunu kazdı, arkasından konuştu, öldürmeye çalıştı, ancak senaryo o kadar sağlam, konu o kadar sürükleyici, karakterler o kadar sahiciydi ki, başarı kaçınılmazdı. İnsanlar sıcak mahalle dizilerinden zenginlerin yaşamına doğru çevirdi gözlerini. Yasemin düşmanlarını alt ettikçe, kimileri içinden kendi hasmını düşünüp Oh dedi belki de. Yasemin dördüncü sezonda “ben artık bu rolü oynamak istemiyorum” deyip ölerek diziden ayrılınca, kendi gitti adı kaldı yadigar. Zaten çok geçmeden de bitirdiler. Jenerik müziği ise efsane oldu çoktan.

Veee 90’ların bahsetmeye değer son dizisi… Bizimkiler… Aslında 1986 yılında başlamasına rağmen, 90’larda Pazar akşamlarının banyo sonrası dizisi oldu. Çocuklar tam Bizimkiler saatinde banyo yapıp yatmak zorunda oldukları için annelerine kızdı, her Pazar bir apartmanda yaşanan olaylara bakanlar kendi apartmanlarını gördüler. Bu dizinin başarısı, karakterlerin çok iyi gözlemlenmesinden ve gerçek insana çok yakın nitelikler taşımasından bence. Zaman içinde çok kayıplar verdi oyuncularından ama 20 küsür sene küçükler gözümüzün önünde büyüdü, büyükler gözümüzün önünde yaşlandı, bir devrin istisnasız gözbebeği oldu Bizimkiler dizisi… Keşke sadece özel bölüm olarak hayatta kalan oyuncularıyla bir anma özel bölümü çekilse…

Bunlar tabi ki 90’ların bütün dizileri değil, Gülşen Bubikoğlu’lu Affet Bizi Hocam, Perran Kutman’lı Kızlar Yurdu, şarkıcı-türkücü dizileri de var, ama 90’lar dendiğinde “100 kişiye sorsanız” yukarıdaki cevapları verir, şahsen benim için öyle. Ha bir de diziler (Evimiz Hollywood’da, Melrose Place, Genç Modeller, Tatlı ikizler…) ve pembe dizi (Yalan Rüzgarı, Hayat Ağacı, Manuela, Zenginler de Ağlar…) furyası var 90lardan… Bunlar başka bir yazının konusu olacak sevgili postdaş. Zira onlara da şimdi girersem iş blogdan çıkıp 90’lar andacına dönecek J


Ne yaparsanız yapın hep SUSAM SOKAĞI ÇOCUĞU olun, öyle kalın… Çünkü o kuşak kurtarılmış son kuşak oldu… Ben 83 doğumlu 90’lar çocuğu olarak hep bir şeyin kıvancını yaşadım. Ben iki döneme de yetiştim. Yani sokakta da oynadım, dizlerimi de kanattım, üstümü başımı da yırttım ama sokağı canlı yaşayan son nesildenim. Öte yandan bilgisayar ve İnternet çağına da yetiştim. Teknolojiyi de yaladım yuttum. İnternetin emekleme adımlarına da, msdos’a da tanık oldum, gelişmelerle birlikte büyüdüm, benden önceki dönemler bilgisayar çağına ayak uydurmakta zorlandı, benden sonraki nesil de sokakta oynamanın ne olduğunu bilmeyecek, bir taze havayı koklayamayacak ya da bitkiyi börtüyü böceği sadece Farmville’den görecek. İşte ben bu yüzden şanslıyım… İşte ben bu yüzden 90lar çocuğu olduğum için gurur duyuyorum… Kapanışı bu şarkıyla yapmak da boynumun borcudur. Saygılarımla efenim….



BENİM 90'LARIM...


90'LARDA BEN…

Sevgili postdaşım, hepinizin malumu olduğu üzere, ben de halen o dönemi yaşamış pek çoğumuzun olduğu gibi 90’lar büyüsünden çıkamayanlardanım. Çocukluktan çıkıp gençliğe adım attığım ve aklımın erdiği yıllarda 90’ları yaşamak başlı başına bir şansken, geçenlerde okumaya başladığım ve çabuk bitmesin/hatırladığım şeyler silinmesin diye aralıklı okuduğum Yitik Ülke Yayınları’ndan 90’lar Kitabı, beni 90’lardaki yaşamım üzerine düşünmeye itti. Eh madem kitapta yer alamadım, ben de kendi serbest bölgemden yayın yaparım, deyip klavyem –ve uyku durumum- elverdiğince bence 90’ları yazıyım dedim.

90 yılında ben 7 yaşında bir velet iken, ilk aterimle tanıştım, annemin dayısının Pendik’te bir beyaz eşya dükkanı vardı. Bana ordan bir Sega atari ve 1 değil, 2 değil, 3 değil, taaamm 7 tane atari kasedi almıştı babamlar. Öyle bakmayın sevgili postdaş ne var der gibi bunda. Büyük olaydı o zaman, ne kadar pahalıydı biliyo musunuz? Oyunlarım ise çok güzeldi, Michael Jackson’ın Moonwalker’ından esinlenilen ve filminin birebir oyunu Moonwalker mı istersiniz, 80’lerin efsane filmlerinden Hayalet Avcıları filminin birebir oyunu Ghostbusters mı dersiniz? Hepsi vardı. Çok severdim oyunları ve o dönem için şahane grafiklere sahip oyunlardı, sanırım atari devrinin son temsilcisi benim. Annemler oyunları birden vermediler tabi ki bana, her ay “usluluk” durumuma göre teker teker verirlerdi. Ben oyunlarımın hepsini bir arada bir sene sonra gördüm o derece yani. J Oyunlardan sonuna ulaşabildiklerim oldu, bir türlü bitiremediklerim de… Ninja diye bir oyunum vardı. İki boyutlu hep aynı yerine kadar gelir bir türlü geçemezdim, velakin geçemedim de. Ahh keşke şimdi olsa da oynasam. Bu aterimle ben yıllarca bıkmadan oynadım, oyunlar zart diye bitmediği için baya uzun sürüyordu. Bir gün annem tarafından gene zart diye kuzenime karne hediyesi olarak hediye edilmek suretiyle hayatımdan çıktı….

Ben o dönem Sivas’ta yaşayan ve üniversite lojmanlarında gününü gün eden bir sabiydim. Tabi o zamanlar da böyle ünlüleri çok seviyorum, kaset alıyorum filan, okumuşsunuzdur önceki yazılarımdan birinde. Bir gün hayatıma 900’lü hatlar girdi… Nö, nö, nö sevgili postdaş, bu 900’lü hatlar “ara beni boya beni” hatları değildi! Aklınız yanlış yere gitmesin! J Bunlar sanatçıların ses kaydı ile doldurulmuş para tuzakları olup, benim gibi safsalak ünlü delilerinin babalarının cebine tutulan ateşti. Ama çocuk aklımla nerden bileyim. Annemlerin yurtdışında oldukları ve benim babaannemle kaldığım bir zaman, aklınıza gelebilecek her yeri aradım. O sıralar gazetelerde boy boy sanatçı telefon numaraları ilanları çıkardı. Ajda’nınki 900 900 888’di mesela, hiç unutmam. Bu hatlarda mesela Aşkın Nur Yengi o gün pazardan iki kilo patates aldığını anlatır, ben “heyoooo aşkın nur yengi iki kilo patates alırken, telefon faturası kol gibi kabarırdı,” kabarırmış yani, o sırada benim bundan haberim yok, bir de diyorum ki, “babaaaneeee, gel seni zerrin özer’le” tanıştıriyimmmm” Hah kendim tamamım zaten, bir de babaannemi tanıştırıyorum J J Velakin 900’lü hatlar maceram, babamların yurtdışından dönüp 3 sayfa uzunluğunda kol gibi faturayı görüp üzerimde güzel kol hareketleri yapmasıyla sona erdi! J J (Sanırım o zamanın parasıyla 50.000 lira gibi bi şey gelmişti)

Babam: Bu kim olm?
Ben: Ajda Pekkan baba
(Çatttt)
Babam: Peki bu kim olm?
Ben: Aşkın Nur Yengi baba
(Çooot)
Babam: Peki bu?
Ben: Metin Akpınar-Zeki Alasya babaaa
(Çatttt ve Çottt; iki kişiye iki dayak, çaktınız köfteyi? J)

Sivas’ta keyfimiz yerindeydi, üniversite lojmanlarında oturuyorduk, hayatta tek derdimiz, Gaziosman Paşa ilkokulu ile Selçuk ilkokulu arasındaki çekişmeydi. Karşı komşunun opluyl fışkıyede ıslanmaca, balkonlarda karşılıklı oturup şekerli yoğurt yemece, Titanik Batıyor filan oynamaca, analı-kızlı, seksek, ip, istop, dombi (yakar topun taş dizmece şeklinde oynananı), davul zurna 1-2-3 en güzel artist kim oynayarak ile geçiyor günlerimiz... 1993 yılı yazında, bir gün biz henüz tatile gitmemişken, babam arazideyken, evde oturmuş televizyonu izliyoruz. Annem, ablam, ben. TV’de bir takım görüntüler var, haberlerde bir otelin yangınını gösteriyor, ama sıradan bir yangın değil, “kalabalık bir grubun üniversite hastanesine kaldırılan Aziz Nesin’in peşinden geldiğini” söylüyor Rana Elik. demesiyle annem bizi yanına alıyor, ışıkları kapatıp gözümüzü televizyona dikiyoruz. Polis durdurmuş grubu neyse ki, lojmanlara giremiyorlar. Ama ablam ertesi gün kurdeşen çıkarıyor… Yani sözün kısası sevgili postdaş, o grup o lojman sınırlarından içeri girseydi, büyük ihtimalle ne ben bu satırları yazıyor olurdum, ne de siz okuyor okurdunuz…

Ben aslında daha neşeli şeylerden bahsetmek istiyordum halbuki, ama 90’larda her duyguyu dibine kadar yaşamışken bundan da bahsetmeden geçmek stemedim. Belki bir paragrafla geçiştirilebilecek bir şey değil, ama şimdilik bu kadarı kafi…

90’larda çok güzel masa oyunlarımız vardı. Borsa vardı mesela, şimdiki Monopoli’inin atası. Amaaaa, keşke şimdi çıksa vallahi parası neyse verip alırım dediğim, bir oyun vardı: Titanik Batıyor…. Yaaa sevgili postdaş, ben Titanik’le pühüüü teeee 90’ların yılların başında tanıştım bu oyun sayesinde. O kadar zevkli ve o kadar uzun süren bir oyundu ki bu. Şimdi kimse hatırlamıyor ne yazık ki. Oyun iki kısımdan oluşuyordu. İkiye bölünmüş oyun tahtasının bir tarafı kocaman, hareketli, Titanik gemisi formunda, labirentler ve içlerinde numaralar bulunan bir bölüm; diğer tarafı okyanus ve ada görüntülü bölümdü. Oyunculara her birinin üzerinde bir karakter olan kartlar dağıtılırdı (bu kartlar arasında en favori olanı nasıl okunduğunu hala bilmediğim şekilde Çinli karakter Ching Mingh’ti), bu karakterler Titanik yolcularıydı ve oyun sonunda her birinin kurtarılması gerekiyordu. Zar attıkça hareketli gemi parçası birer tık döndürülüyor (yani batırılıyordu). Zarlarda kareler içinde ilerleyip o karakterin kartının arkasında yazan numaraya ulaşıyordunuz karakteri kurtarmak için. Gemi yavaş yavaş batarken, son karakteri kurtarıp kenardaki filikalara yetişmeniz lazımdı. Filikalara binince oyunun ikinci kısmı başlıyordu, gene zar atarak 9 adayı tamamlamanız gerekiyordu, ancak bunda da zara göre ada kartı veya okyanus kartı size yiyecek kazandırıyor ve su kaybettiriyordu (ya da tersi) Son adaya ulaşan kazanıyordu… Bunu dokuz kişi filan oynardık biz. Müthiş eğlenirdik. Babamın bir gün bunu sakladığım kutuyu çöp sanıp atmasıyla hayatımdan çıktı ne yazık ki…

93 yılının son dönemi benim için en üzücü dönem, zira o olaydan sonra orada kalamayacağımızı anlayıp apar topar Çanakkale’ye taşındık. Onca yıllık evimden arkadaşlarımdan ayrılmak, benim gibi o zaman bile yaşadığı yere bağlanıp alışkanlıklarını fazla değiştirmekten hoşlanmayan biri için fazlasıyla üzücüydü. Giderken aklımda kalan son kare, karşı komşumuzun oğluyla bacaklarımıza yazdığımız hatıralardı(!) tükenmez kalemle, “seni hiç unutmıycamlar”dan filan bahsediyorum. Valla bak, tabi ki o unutmıycamlar filan ilk banyoda silindi gitti. Şu anda o arkadaşım ne mi yapıyor? Viyana’da yaşıyor, genetik mi ne okudu. Yani hala sosyal medya aracılığıyla görüşüyoruz ama siz de biliyorsunuz, hiçbir şey aynı kalmıyor sevgili postdaş. (Yaşa Facebook)

Çanakkale benim için hem çok güzel anılar demek, hem de sinir bozucu. Bi kere bütün arkadaşlarını geride bırakmışsın, yeni insanlarla tanışmak zorundasın, öte yandan dağ başından deniz kenarına inmişsin, hava mis… Bu kısmı çabuk geçicem, zira benim için sinir bozucu bir dönemdi o bir buçuk sene. 1993-95 arası… Üstelik tam ben ordayken Gelibolu yangını çıktı! Hani şu gerzeğin birinin anız yakıcam diye koca surları, tarihi mekanları tutuşturduğu yangın… İçim acır, bizim evden bir şerit halinde yanan Gelibolu’nun görüntüsü aklıma geldikçe… Ertesi günü gidi görmeye gittik zararı… Gitmeseydik keşke, ya da yanmasaydı hiç o surlar, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer vs. bir güvercin bulduk yangından kaçmış, onu tedavi ettirdik, onu hatırlıyorum… Yaa sevgili postdaş, ben ordaydım, o surların yanmadan önceki orijinal halini gördüm, şimdi gidenler yenilenmiş halini görüyor.

Çanakkale’de en büyük eğlencem, 90’ların fenomen oyuncağı cipslerden çıkan tasolardı. Yaşa, cinsiyete filan bakmaksızın her duvar dibinde kümelenmiş taso grupları görürdünüz. Bende bu tasolar hala duruyor sevgili postdaş, hemi de her çeşidi… J Böyle yuvarlak ve üzerinde Looney Tunes karakterleri olan karton materyal ters çevrilir üst üste dizilir ve elindeki tasoyu fırlatmak suretiyle ön yüzünü çeviren tasoları alırdı. Daha sonra bunların çeşitleri çıktı, döner taso, süper taso, mega taso diye, b.ku çıkınca modası da geçti ama güzel bir bir buçuk sene oradaki en güzel aktivitem oldu.

Diğer bir aktivite, o zamanlar çok meşhur olan, üzeri sanatçılı ya da resimli not defteri yapraklarını birbirimize hediye etmekti. Her gün topluca kırtasiye gidilir, o ay hangi not defterleri çıkmışsa, herkes birer tane alır ve hemen sayfa değiş tokuşu yapılırdı (not defteri dediğim de avuç içi kadar küçük defterlerdi). Bende bir tane Kenan Doğulu’lu not defteri olduğunu hatırlıyorum ama yüzlerce not defteri biriktirmiştim. Bunlar çoğu kez kokululardı da.

Aslında güzel zamanlardı okul ve arkadaşlar bakımından, yani kolay adapte oldum, ama babamların üniversitesinde sular durulmadı bi türlü ve bana tam da alışmışken yeniden başka şehir yolları göründü. Bu defaki istikamet İzmit’ti…

İzmit’i çok sevdim, sadece ilk gençliğimi yaşadığım, ilk aşkımı yaşadığım, ilk kez tiyatroya ilgi duyup sahneye çıktığım için değil. Burası bir başkaydı, ben artık genç olmuştum, şehir hem denizli hem de büyük şehirdi. Çanakkale iyiydi hoştu da, bir ucundan diğer ucu on beş dakkaydı ya yürüyerek… İzmit’te 6 buçuk yıl kaldım. İlk gençliğim ordadır. Bu yüzden İzmit benim ilk aşkımdır. Şimdi İzmit deyince bağlantıyı kurun sevgili postdaş… Sivas’ta otel yangını, Çanakkale’de Gelibolu yangını… Tam üstüne bastın çek ayağını sevgili postdaş… Depremde de İzmit’teydim, hemi de o günü tatilden gelmiştik J Bunu anlatmadan önce, İzmit dönemiminin fenomen olaylarını düşünüyorum da…

Galiba en büyük olay Titanik filmiydi. Zira Titanik filminin vizyona girdiği 2 şubat 1998 yılında Titanik filminden konuşmak statü sembolü olmuştu. Okul servisimde herkes mütemadiyen Leo ve Kate’ten bahsediyor, insanlar Leo ve Kate ile ilgili ne varsa (haber, poster, etiket, dergi) topluyor, dosyalar oluşturuyordu. Üzerinize afiyet, benim de bösbüyk bir arşivim olmuştu. Kızlar erkeklere Kate’le ilgili şeyler bulup veriyor, erkekler de kızları Leo posteriyle kandırmaya çalışıyordu, o derece vahimdi durumlar yani. Bendeki dosya epey kalındı ve babamın artık işe yaramadığını düşündüğü için bana sormadan atmayı uygun gördüğü çalışma masamın çekmecesinde diğer pek çok şeyle birlikte hayatımdan çıktı…

İzmit hayatımın en eğlenceli ve gereksiz aktivitesi TAMAGOTCHI denen sanal hayvandı ve hiçbi şeyden geri kalmayan bendeniz postdaşınızda bir adet bulunuyordu sevgili postdaş… Bendeki üzerinize afiyet dinazordu ve 9 güne bir ölüp reset tuşuyla yeniden hayata dönüyordu. Arkadaşların kedileri köpekleri, hatta çocukları(!) 20-30 gün yaşarken, benimki 9 günde ölüyor sinir ediyordu beni!!! Şimdi efenim bilmeyenleriniz için, bu tamatgotchi’ler hangi yalnızın aklından çıktıysa bir anda tüm dünyanın merkezine oturdu ve aynı tasolar gibi, kadın erkek genç yaşlı zengin fakir bu sanal hayvancıklarla uyudu uyandı. Hani günümüzde Farmville’de gecenin bi yarısı “Ayyyy çileklerimi hasat etmeyi unuttuğğmm” diye fırladığımız zamanlar var ya, hah biz de onu taaa 90ların ortasında tamagotchilerle yaşadık. Gecenin bi yarısı tatlı uykumuzdan tamagotchi hayvanımızı beslemek, onu sevmek, hastaysa aşılamak, küsmüşse barıştırmak için uyandık… ayy bir de nazlılardı, bakmazsan küsüyordu. Bazen tepemin tası atınca basıveriyordum resete hoop başa dönüyorduk. Dinazorum 9 günde bir ölüyor ama her 9 günün sonunda başka bir dinazor olarak ölüyordu. Mesela bazen çan bir dinazor bazen otobur bir dinazor oluyordu. Bir süre sonra 9 günde ölmesi iyice canımı sıktı koydum paketine, kaldırdım çalışma masamın çekmecesine… (gerisini yukarıdaki paragrafın son cümlesinden tamamlayınız)

O gece tatilden yeni gelmiştik, çünkü pek çoğunuzun aksine yazlığımızda çok sıkılıyorduk (Ezine Geyikli-hani Eyvah Eyvah’la meşhur olan!) Çünkü yapacak hiçbi şey yoktu, gidilecek ne bir kafe ne bir disko vardı, Deniz desen 3 kilometre uzakta, gitsen de rüzgardan, savrulan kumlardan ve dahi denizin çıkın içimden dercesinde çivi gibi suyundan dolayı faydalanamıyorduk, Evimiz ıssız bir tarlanın ortasında 2’erli bitişik 8 binadan oluşuyordu ve biz ordayken binaların bi çoğu kaba inşaat halindeydi. Yani koca ovada bir biz bir de çaprazımızdaki komşular vardı! Gece olunca evde oturup otlamaktan dönen koyunların sesleriyle yatma vaktinin geldiğini anlardık. Bir böcek çiftleşmek için kendi türünden bir böcek bulamaz, sonuçta ortada ne olduğunu asla öğrenemediğimiz, sinek-kelebek-arı-kırkayak karması yaratıklar uçardı… Evimiz güzeldi aslında iki katlı bahçeli, ama yaşam yoktu ki.

Orda da en büyük eğlencem, oh be nasıl bağlıycam da konuyu getiricem diyordum, o zamanın müzik dergilerini okumaktı tamir ettiğim eski teypte kasetlerimi dinlerken. O zaman öyle güzeldi ki müzik dergileri, şimdiki gibi müzik dergisi adı altında yayın yapan dergiler gibi iki sanatçı haberi, otuz beş sayfa sevdiğinizi nasıl elde tutarsınız yazıları yoktu. Top Pop, Popsi, Number One başlıca müzik dergileriydi. Her birinde sanatçı ve klip haberleri, albüm haberleri, şarkı sözleri, hayran mektupları, posterler, sanatçı bilgi kartları, listeler, hediyeler, bulmacalar daha neler neler vardı. Tam anlamıyla müzik dergisiydi işte onlar. Özellikle ilk olarak Top Pop hediye konusunda enfes bir anlayışa sahipti. Mesela Kenan Doğulu’nun ünlü güneşli kolyesi meşhur olduğunda güneşli kolyeden vermişti. Aman Allah o yaz o kolye herkesin boynundaydı… Benim de tabisi J Bu dergilerdeki sanatçılara mesajlar bölümü bi başka alemdi. Tarkan-Burak Kut, Mustafa Sandal-Tarkan, Kenan Doğulu-Tarkan ve kobinasyonları arasında fanlar kıyasıya kapışır, Bu kapışmalarda genel konsept, bir sanatçının diğerinin “tırnağı bile olamaması” üzerine kuruluydu genelde. Mesela Tarkan, “Burak Kut’un tırnağı bile olamaz”dı. Bu tırnağı bile olamaz lafı o yüzden beni hayli gülümsetir her duyduğumda. Ben hemen hemen her hafta alıyordum bu dergileri ve bu dergiler de taşınmalar sırasında hayatımdan çıktı. Şimdi sahaflardan filan bulduğum zaman almadan edemiyorum ve her okuduğumda o zamanki müzikleri o zaman yaşamış olmanın gururunu duyuyorum.

Hah konumuza dönersek… İşte böyle bir ortamdayken, 16 Ağustos günü, “yeter artık” dedik, o evde 9’uncu senemizdi ve etrafta hala insan ya da önümüzde dikilmeye başlayan inşaatlardan başka gelişme yoktu! Biz bile oraya bir haftalığına gidip geri kalanı Altınoluk’ta kiraladığımız evde geçirir olmuştuk! Halbuki nerden bilelim, oranın sonradan Eyvah Eyvah filmiyle parlayacağını? Cefasını biz çektik, sefasını Ata Demirer sürdü resmen J Neyse helali hoş olsun. Ben gene de gülerek gülümseyerek hatırlıyorum ordaki anılarımı… İzmit’e geldik, o gece 21.00’de. Daha valizlerimizi açmamıştık. Annem yarın kaldırırım demişti, Ben erkence yattım o gece, yorgunduk. Size bi şey diyim mi sevgili postdaş… Hani televizyonlarda filan atıp tutarlar ya, “işte şöyle kirişin altına, böyle cenin pozisyonuna geçin” filan diye, fasa fiso hepsi, benim aklıma deprem sırasında bunların hiçbiri gelmedi. Elimden gelen tek şey, yatağımın ortasında oturup avazım çıktığı kadar bağırmaktı! Bir de bizim evler kolon kiriş sistemiyle yapılmamış, her kat taşıyıcı olarak esneme payı bırakılıp yapılmış (tabisi bu bilgileri araştırmadım babam anlattı J J) bu yüzden sarsıntı daha fazla hissedilmiş bizde. O an hatırladığım kareler, duvarlara çarpa çarpa koridorda ilerlememiz, babamın “vayy canına” nidaları… sonra elimize geçen bir torbayla kendimizi dışarı atmamız… Ohh çok şükür diyorum, etrafta hiçbi bina yıkılmamış, babam “büyüktü ama bu binalar yıkılmadığına göre o kadar büyük değil demek ki” diye bi şeyler söylüyor. O geceyi dışarıda çimlerde geçiyoruz. Herkes birbirine şehir efsaneleri üretiyor. Ben duvarlarda renkler görürken, kafayı sıyırıyorum galba diyorum, hiçbir arkadaşıma ulaşamıyorum, özellikle Değirmendere ekibime, onlarla konuşmadıkça bir daha Cranberries – Just My Imagination dinlememeye yemin ediyorum. Zira bizim şarkımızdı. Babam bir an önce sabah olmasını istiyor, faylar kapanmadan gidip görmesi gerek. Neyse babamın Jeoloji Profesörü olmasının meyvelerini o dakka yedik. Babam bizi aldığı gibi fayların oraya götürüyor, bu arada bizim evlerin sınırından çıktığımız gibi gerçekle karşılaşıyoruz. Taş taş üstünde kalmamış, “Aaa diyorum, şurda köşem bakkal vardı”, dev bir şantiyenin içinden geçiyor gibiyiz. Zira ayakta kalan binalar da inşaattan hallice… Ben korkumu atmış, yıkılan binaları hayalimde canlandırmaya çalışıyorum. Sonra babam bizi Değirmendere’ye, Gölcük’e, Yuvacık’a ve deprem hattı neredeyse oraya götürüyor. Fayların dibine gidiyoruz, hatta içine giriyoruz. Bu arada ben deli olmuş vaziyette arkadaşlarımı arıyorum, her kafadan bir ses çıkıyor, o kurtulmuş, şu ölmüş filan diye sinir bozucu kısım o belirsizlik. Bu arada okullar da açılacak, ablamı Rusya’ya okuluna gönderiyoruz alelacele, zira burada kalsa depresyona girecek… Girdi de zaten… Bu benim için bir taşınma daha demek, okulum ağır hasarlı, orada okumak imkansız, hani gitsem bile eğitim almak imkansız… (Bu arada, Değirmendere ekibi sağ ve selamette! J) İzmit depremiyle 90lar da benim için kapanmış oluyor, sonrası ver elini İstanbul…

90lar yazımın bu kısmını şimdilik sona erdirirken, bu yazının ikinci kısmı olarak nitelendirilebilecek, daha tarafsız 90lar yazısını okumanızı tavsiye ederim sayın postdaş, şimdilik iyi geceler olsun.....

26 Şubat 2013 Salı

BU BİR TEŞEKKÜR YAZISIDIR...


HAYATIMA DOKUNAN MÜZİK İNSANLARI'NA....
Müziğe ilgim ben daha teee çocukken başladı sayın postdaş, buraya kadarki klasik hikaye. Küçükken Sivas’ta bir kasetçi amcam vardı, her hafta 10 kaset alır dinler, ertesi hafta onları götürür yeni 10 kaset alırdım. Pikniklerde herkes top filan oynarken, ben gazetelerin verdiği şarkı sözlerini ezberlerdim bir köşede. Babamın kemanı ve annemin sesiyle dolu aile meclislerinde bana şarkı söyletirdi babam zaman zaman. Yani müzikle bağım kendimi bildim bileli hep olmuştur.

Müzikle bu kadar iç içebir hayat sürerken –ve arada gitar kursuna gitmiş ve toplu konserimsi bir şey bile vermişken- benim müzik adına amacım sahne üzeri olmadı pek, ben daha çok albüm almayı sevdim, konserlere gitmeyi, sanatçılarla iletişim kurmayı, onların albümlerini bulmayı, onları gerek sürprizlerim, gerekse şarkıları konusundaki yorumlarımla şaşırtmayı sevdim. 7 yaşında her türlü kaseti alarak başladığım müzik arşivime CD arşivi ile hız verdiğim 2007 yılından bu yana, değerli sanatçılar ve müziyenlerle kurduğum iletişim benim için hep itici güç, müzikle ilgili amatör ilgim ve bilgimin tetikleyicisi oldu.

Müzikal ilgi ve bilgimin erişebildiği sanatçılarla röportajlarımı okuyacaksınız –ya dileğim bu yönde diyeyim- ancak bu yazıda müziğin diğer tarafını yazacağım, yani fikirleri, yazıları, kitapları, işleri, projeleri, canayakınlıkları, ilgileri, kendilerini ifade edişleri ile müzik hayatıma dokunan müzik yazarı, eleştirmen, prodüktör, radyocu dostlarımdan, abilerimden bahsedeceğim. Tabi ki, yazdıklarım hep eksik kalacak ve muhtemelen bu yazı kendini sürekli güncelleyecek, ancak bunu amatör bir müzik blogu yazarının içten hediyesi olarak kabul ederlerse çok sevinirim….

Bu yazı bir nevi teşekkür yazısıdır….

NAİM DİLMENER: Sevenleri arasında lakabı “Ulu Dilmener”dir. Yazar, araştırır, eleştirir, sunar, DJ’lik yapar. AVM’lerde tanık olduğu tuhaf diyaloglardan bir kitap yazması için ikna çalışmalarım sürüyor J Müzikte sevdiği isimlere hak ettikleri değeri verir ve Naim abinin beğenisine mazhar olmak önemli bişeydir, her babayiğidin harcı değildir. Sevdiğini göklere çıkarır, ancak sevmediğini incelikle yerin dibine batırır. Bunu yaparken bile nezaketi elden bırakmaz. Sigara tiryakisidir, bırakmayı da düşünmez. Müziksever radarı geniştir, bulduğunda kaçırmaz. Sohbetinden nasiplenme şansına sahipseniz, sizi bağrına basar, sahiplenir. Hayat konusunda radarları açıktır, duyarlıdır, sesini yükseltebilenlerden, tepkisini koyabilenlerdendir. Bazı şarkıcı ve gruplara açıkça hayranlığını belirtmekten çekinmez –ki bunların şu an aklıma gelen ilk örnekleri Bandista, Rashit ve Mor ve Ötesi’dir. İyi müzik dinler, iyi müzik tavsiye eder. Müzik dünyasının eskiden bugüne köprüsü gibidir, konuştukça yeni yeni açılardan bakarsınız, yeni insanlar tanırsınız. Bu fakire kolilerce kaset ve CD göndermişliği vardır. Bu kadar da incelikli ve mütevazidir. Yazdıklarıyla yol göstericidir, feyz vericidir, çok yaşayasıcadır. Anılarını, yaşadıklarını, gözlemlediklerini kitaplarında anlatır. “Sabrina - The Remixes”, “İmkânsız Aşk Hikâyeleri”, “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş Hafif Türk Pop Tarihi”, “Eleştirmenin Günlüğü” ve “Hür Doğdum Hür Yaşarım Ajda Pekkan Kitabı” isimli kitapları vardır. En son 24 kanalında Bir Şarkısın Sen isimli programla eskinin ve yeninin yıldızları ile müthiş söyleşiler gerçekleştirmiştir. Bildiğim, Açık Radyo’da program yapıyor. Bir de Radikal İki’de yazıyor. Tivitır adresi: renemliD






YAVUZ HAKAN TOK: Eskiye ve yeniye uzanan usta kalem, müzik eleştirmeni, şarkı sözü yazarı, 45’lik geceleri DJ’i, program yapımcısı, on parmağında kırk marifet. Blogunu okumak ayrı bir keyifli. Zira üslubunu çok kendime yakın buluyorum. Satır aralarındaki mizahi dil, müzik yazılarını okurken çok hoşuma gidiyor. Sanatçılarla röportajları, albüm eleştirileri, konser haberleri, yazı dizileri ile o büyük gemi, ben de takip eden taka gibiyim desem yeridir. Müzik camiası içinde çok güzel ilişkileri ve arkadaşlıkları var. Aynı frekanslarda buluştuğumuz, deneyimi, gördükleri ve yazıya aktardıkları ile yolumu aydınlatan nadir kişilerden. Öyle güzel tespitleri var ki, çoğu zaman gözden kaçan ufak bir ayrıntı, onun bir kelimesiyle yerine oturuyor. “Aaaa hakkaten” ya da “yaaa demek böyleymiş” diye okuduğum çok yazısı var. Özel gecelerin düzenlenmesinde büyük katkıları vardır. İnşallah ben de bi gün onun gibi olurum. Bir de eşi var ki, bahsetmeden geçemiycem, ben hayatımda bu kadar pozitif, neşeli, bıcır bıcır, hani al karşına konuşsun saatlerce dinle gibi çok az insan tanımışımdır. Elhan hanımı tanımak da şansım oldu. Bir ömür mutlu olsunlar… tivitır adresi: yavuzhakantok

HAKAN EREN: Müzikle ilgilenip de onu idol almayan yok gibidir. Ben de onlardan biriyim. 70’lerden ve hatta daha öncelerinden 2000’lere elini atmadığı müzik olayı, sanatçısı yoktur. Müziğin bir tarihi varsa, Hakan Eren onun anlatıcısıdır. Prodüksiyonlar yapar, eski kuşağa yeniyi, yeni kuşağa eskiyi anlatır. Hani eski ile yeni arasında köprüdür dersem, tam olarak karşılığı Hakan Eren’dir. Yapımcı, sunucu, prodüktör, DJ’dir. 45’likte müthiş 45’likler temalı partilerin sahibidir. Türkiye’nin en büyük plak arşivi ondadır, Türkiye’nin müzik kütüphanesi, Itunes’un insan formudur. Ossi Müzik adlı prodüksiyon şirketinden canım Jale’m, Demet’im gibi müthiş müzisyenlerin albümlerini biz müzikseverlerle buluşturur. Yapılmayanı yapar, mesela tutar Gazino Kültürü’nü yeniden yaşatmak için Gazino Show programları yapar. Ya da 90’lar gecesi yapıp, yıllardır sahne çalışması yapmayan bir dönemin en sevilen sanatçılarını sahneye çıkarır. Vefalıdır, eski sanatçıları ellerinden tutup ait oldukları yer olan sahnede sevenleriyle buluşturur. Zaman zaman facebook’ta veya tivitırda fotoğraflarını paylaşır buluşmaların ve bu fakir gözyaşları içinde beğenir o fotoları J Sanatçılarla dostluğu gıpta edilesidir. Aynı zamanda centilmendir, yüzü hep güler, nezaketlidir. Radyo D’de her pazartesi program yapar. Takip edilesidir. Tivitır adresi: Erenhakan

TOLGA AKYILDIZ: Onun adına ilk rastladığımda henüz Blue Jean okuru bir yeniyetmeydim. Yazılarını okur, dergileri biriktirirdim, hala da durur o Blue Jean’ler bende. Gel zaman git zaman, büyüdüm, müzik içimde bir tutku oldu ve zaten bir avuç iyi müzik aşığı olduğumuz için yollarımız kesişti. Ben hep müzikle ilgiliydim, derken facebook filan sosyal medya sayesinde yıllar sonra iletişime geçtim. Sanırım kendimi iyi ifade etmiş olmalıyım, arkadaşlığımız o günden bu yana hep müthiş bir seyir izledi. O benim Takabim oldu, ben onun hevesli müzik kardeşi. Ona baktıkça, müzikteki yönümü belirleme yolunda kararlarım değişti ya da güçlendi. Onun telkinleri ve tavsiyleri beni rahatlattı, yol gösterdi. O sıralar çalıştığım organizasyon şirketinin yarışması da tanışmamızda kendimi ifade edebilmeme yardımcı oldu, bunu yadsıyamam. O yarışmada jüriyken ya da yaptığı Popvirüs gecelerinde yaptığımız sohbetlerde samimiyetimiz ilerledi. Özellikle bir doğumgününde beş altı saat, Demet, Melike Karakartal ve Tolga abi ile yaptığımız bir muhabbet vardır ki, tadı damağımdan hiç gitmez. O ayrı bir frekansıt. Takabi benim mesleki hezeyanlarımı, kimi saçma heyecanlarımı ve çığlıklarımı sabırla dinledi, tavsiyeler verdi. Ondaki o muzip ve espiritüel yanı sevdim. Samimiyetini, cool abiliğini sevdim. Yazıları benim için ayrı bir keyif. Blue Jean’le başladığım okurluğum önce Hürriyet’te Popvirüs’le ardından Milliyet Cadde’de Sokak Çocuğu ile devam etti. Onun gözlemleri, güncel olaylara bakışı, fikirlerini savunuşu ve dahi iyi müziği hak ettiği yere getirme çabası bana yol gösterici oldu, kendi fikirlerime çok yakın şeyler okudum o yazılarda. Üstelik sadece yerli değil yabancı müziklerde de ciddi anlamda çok şey öğrendim. İyi ki varsın Takabi… tivitır adresi: takyildiz   

KADRİ KARAHAN: Yazar, eleştirir, arşiv yapar, şiir yazar, bunlarla yetinmez en şair sanatçıları bir araya getirir şiir kitabı derler, komple sanatçı adam. Bizi bir araya getiren de bu müzik aşkı ve 90’lar sevgisi oldu. Çok ortak yan bulduk, birbirimizin muhabettinden çok keyif aldık ve daha önümüzde paylaşacağımız nice güzel müziklerle ve sohbetlerle dolu bir yol var. Ayrıca o da Zerrinsever mesela. Kadrikarahan.net sitesinde albüm eleştirileri yazar. Öykülerini ve şiirlerini yayınlar, yakın zamanda “AKUSTİK ŞİİRLER” adlı, 46 sanatçının şiirini derleyip, geliri Serhan Şeşen vakfına aktarılmak üzere bir şiir kitabı derleyip yayınladı. Müzik ortamlarında hep olması istenen bir müzik adamı, sevgili arkadaşım, kalemi keyifli hem de hüzünlüdür. Genelde neşelidir Kadri, gözlerinin içi güler, zaten yakışıklıdır da. “Müzik buddy”mdir. Tivitır adresi: KadriKarahan

OLCAY TANBERKEN: Yeni nesil radyocu, eski kafalı müzikçi (bunu kötü anlamda söylemiyorum, müziğin müzik olduğu zamanlardan kalma iyi müziği kötü müzikten ayırt etme becerisi anlamında söylüyorum), Dikkat Müzik blog yazarı, albüm eleştirmeni, arşivci, muhabir, Tamba Tumba programının sahibi. Yeni nesil olup tüm dönemlerin müziklerini ve sanatçılarını kucaklayabilmesi ile kendime çok yakın hissediyorum. Aynı zamanda başka bir mesleği de var ve onu da sürdürüyor. Yani on parmağında on marifet. Müzik sohbetlerimizde ortak çok yön var. Sevdiğimiz sanatçıların çoğu ortak, fikir ve mentaliteler ortak, müziğe bakışımız ortak, bu yüzden onu dinlemekten, okumaktan hiç sıkılmıyorum. Radyo kültürüm olmadığı halde hem de. O da arşivci. Eline gelen nadir CD’nin/albümün kıymetini bilenlerden. O da çok konser ve program geziyor. Radyoculuğa “içindeki müzik aşkını aktarabilmek için” kendi şansını yaratarak başlamış. Tivitır adresi: olcaytanberken


AHMET ERTEN: Kayahan Ahmet’le tanışmamızı görseydi, o ünlü sözü şöyle söylerdi: Yolu arşivden geçen herkesle, bir gün bir yerde buluşuruz. Ahmet arşivci, blog yazarı, hayatmuzik 'in editörü, 90’lar delisi, iyi müzik tutkunu. Çok sık görüşemesek de, biliriz ki söz konusu müzik olunca biz muhakkak bir yerde buluşuruz. Onun müzik konusunda –olur ya- bir şeye ihtiyacı olsa, benim koşup yetişeceğimi bilir, ben de onun aynı şekilde. Aynı zamanda Bendeniz’le de çalışmış bir dönem. Yeni evli. Onun da ek bir işi var. Pazarlama İletişimi ve Kurumsal İletişim çalışmaları devam ediyormuş. Müziğin faal ve sevilen çocuklarından… tivitır adresi: ahmeterten



AHMET KAMİL TAŞKIN: Popüler müzik camiasının en revaçta ve yakışıklı DJ’dir. Süper FM’de program yapar, 90’lar geceleri düzenler, Müzik Gazetesi adlı İnternet sayfasında yazılar yazar, yüzü hep güler ve güzel güler. O da 90’lı yıllar arşivcisi. Radyocu olmasının da kredisiyle, tırnaklarımı yememe yol açan albümlerin ve promoların sahibidir (anladın sanırım J) Gece çıkmalarını çok sever, tivitırda her gün bir önceki gece ne kadar eğlendiğini anlatan fotolar, tivitler görmeniz olasıdır. Arkadaşlığı tatlıdır, muhabbetperver ve sevilesidir. Seviliyor da zaten. Sanatçı camiasında seveni, dostu boldur. Bir ara televizyona da program yapmıştı, ama şu an sadece Müzik Gazetesi ve radyo var bildiğim kadarıyla. Tabisi takipteyim. Tivitır adresi: ahmetkamil


CÜNEYT ASİ DURU: Ona hep derim ki, insanın huzur bulması için Tibet’e filan gitmesine gerek yok, seninle iki satır konuşsa, muhabbetinden nasiplense yeter. Gerçekten Cüneyt’in gülen yüzünde hep öyle bir şey yakalarım. Cüneyt’le tesadüfler ve ortak arkadaşlar sayesinde tanıştığımdan beri, bir gün centilmenliği ve nezaketi elden bıraktığını görmedim. Tam bir salon erkeği, müzik gecelerinin janti katılımcısıdır. 90’lar delisi olarak zaten yollarımızın kesişeceği muhakkaktı. Bir de üstüne aynı frekanslarda olunca, konuşucak çok şey oluyor. Biri Bizi Gözetliyor programının 2. sezonundan hatırlayanlar olabilir. Daha sonra “Düşlerin Kadar Konuş”, “Tanrıça Ayın Orgazmı” kitapları ve çok yakın arkadaşı Çisel Onat’la çıkardıkları “İki Satır Aşk”la kitaplarla da bize ulaştı. Özellikle 90’lar üzerine keyifli TV programları, radyo programları yaptı. Kimsede olmayan klipleri yayınladı. Elinde devasa bir Sezen Aksu arşivi olduğunu biliyorum. O da arşivci olmanın tüm gerekliliklerini yerine getiriyor. Görüntü arşivi ise enfes! Yakınlarda soundMag dergisinde yazıları ve röportajlarıyla yer alacakmış, takip etmeli! Tivitır adresi: cuneytasiduru

GÖKHAN ÇINAR: Radyoların gülen yüzlerinden biri daha… Joytürk’te özellikle Cihan Hatipoğlu (şimdi Aydeniz) ile yaptığı programlar bizi bir araya getirdi. Bir de tabi Yaşar’ın katıldığı Joytürk Buluşmalar programının kaydını almak için çekine korka gittiğim Joytürk’ten hımhım bir adam beklerken, karşıma “iyi ki geldin, hoşgeldin”  diye kocaman bir gülümseme ile karşılaması da var. O buluşma Gökhan’ı “hem aynı frekanslardayız, hem radyocu, hem arşivci, hem de insan! vay be” şeklinde kafamda konumlandırmamı sağladı. Zira adam radyonun yetkililerindendi ve ben müzikte yetkili kişilerden çok çektim! Gökhan benim radyoculara karşı önyargılarımı yıkma nedenlerimden biri. Beni Joyturk’ün bir kitap ödülleri gecesine davetini ise asla unutamam. Muhteşem bir geceydi. Bi kere hem çok dolu, hem çok espiritüel, hm güleryüzlü, hem de “prezentabl”. İyi sunuyor, iyi programlar yapıyor, seni dinliyor ve gerçekten dinliyor. Cihan’la müthiş bir ikililerdi. Zaman zaman “Düş Bahçeleri” adlı konsept 90’lar partileri yaparlardı. Epeydir haberlerini almadım. İkisi de evlendiler bu arada. Buradan mutluluklarımı ileteyim bir kez daha. Dilerim bundan sonraki hayatı hep mutlu olur ve ben de hep onun arkadaşlığından nasiplenirim. Tivıtır adresi: gokhanncinar

LALE ELIZABETH DANIELSON: Nam-ı Diğer, Backstagemama. Konser kulisi dendi mi ondan sorulur. Yerli yabancı sanatçılar kendilerini rahatça onun eline teslim eder. Zaman zaman eklediği fotoğraflarla saççımı başımı yoldurur. Alanis Morissette'in filan kulisini hazırlamışlığı vardır. İşinde parmak ısırtacak bir disiplin ve mükemmellikle çalışır. Bu kadar mükemmel bir insanın bir kusuru olmaz mı? Yok valla. Benim canım Lale ablamdır. Tanışmaktan dolayı ayrıcalıklı hissettiğim, zaman zaman dertleştiğim, zaman zaman çok güldüğüm, zaman zaman muhabbetin dibine vurduğum, zaman zaman kaybettiklerimizi yad edip ağladığım, benim iyi günümde mesajıyla sevincime ortak olan, kötü günümde beni avutucu sözler söyleyen, yanımda olduğunu hissettiren, hayata bakışlarımız paralel olan, bu yüzden geçen seneki sıkıntılı süreçte beni en iyi anlayanlardan olan, sevgi dolu, nezaketli, vefalı, muzip, komik, nev-i şahsına münhasır, her eve lazım, yok yok bi tek benim Lale ablam olun dediğim, insana huzur veren, aynı zamanda duygusal ve geçmişine de bağlı olan, unutmayan, haksızlığa sesini yükseltmekten çekinmeyen, özellikle şapkalarıyla kendi tarzını yaratan ablamdır. Onu o kadar çok seviyorum ki, Allahım uzun ömürler versin. Hem sözü var bana bir gün bir araya gelip sevdiklerimizin ebedi dinlenme mekanlarını ziyaret edicez, Lale ablam bana hikayelerini anlatıcak… Tivitır adresi: Backstagemama  

TANSEL DOĞANAY: Aranjörlerin kralı, bu kadar çerçöp müzik içinde, en eli yüzü düzgün işleri yapıp da nasıl böyle sakin ve mütevazi kalabiliyor hayret ediyorum. Ortalık “ben oldum” diyen aranjörlerin boy boy albümlerinden geçilmezken, onların hepsini sıraya dizip “siz şöyle bi kenara çekilin bakiyim” diyerek hepsini ezecek bir müzik birikimi ve bilgisi ile Tansel abinin ön plana çıkmamasını ya da çıkmak istememesini anlayamıyorum. Ancak Tansel abi gibi egolardan ve komplekslerden arınmış insanlar yapar bunu. Tansel abinin çok başka yerlerde olması gerekirdi, bunu bilir bunu söylerim. Demet, Yaşar, Sibel Tüzün, Fatih Erdemci gibi yıldızların albümlerini parlatan aranjör. Ayrıca hoşsohbet müzik adamı, müzik kütüphanesi, arşivci, yönlendirici, eski öğretmen, akordeon üstadı, şarkı sözü yazarı (Demet’in “İhanet Ettin” şarkısı ona aittir), iyi müziği keşfeder ve yeniden yaratır. Yaşar’ın hemen hemen bütün albümlerinde imzası vardır. Can abimdir. Tivıtır adresi: tanseldoganay

Bu kişilere dikkat edin sevgili postdaş, şu an bu satırları yazabiliyorsam bu yukarıdaki kişilerin verdiği motivasyon ve heyecanın eseridir. Ben yolun başında bir müzik blogu yazarıyım ama bu yola çıkmamda yüzde elli pay kendi ilgim ve bilgimse, yüzde ellisi bu yukarıdaki canım abilerim, ablam, arkadaşlarımındır. Hepsine minnetlerimi sunuyorum….

Teşekkürler büyüyorum sizinle....




24 Şubat 2013 Pazar

90'LAR YAZI DİZİSİ.... NEREDELER (BÖLÜM 1)


Vee Tunca'nın Müzik Kutusundan sizler için devvv hizmet... Sevgili postdaşım, bu haftadan itibaren her pazar sizlere 90'ların çok sevdiğiniz isimleri ile yapmış olduğum röportajların ilkini yayınlıyorum. Bir süredir aklımdaydı, lakin hem sanatçılardan gelecek cevapları biriktirip düzenlemek, hem de yeni gelecek cevapları beklemek durumunda olduğum için gecikti. Efendim, bu röportajlara geçmeden önce birkaç açıklama yapma gereği duydum izninizle. Zira her röportajın bir girişi olmalı değil mi?

Kimi evlenip çoluk çocuğa karıştığı için, kimi kendi tercihi nedeniyle, kimi tutunamadığı için, kimi hakikaten iyi olmadığı için, kimi çok iyi olduğu halde sadece talihsizliğinden, kimi müzik piyasasının şartlarından… O ya da bu nedenle, müzik dünyasına 90’larda merhaba deyip sonrasında –en azından medyada görünürlük açısından- müzik dünyasından çekilen sanatçılara değiniciim bu postta sevgili postdaşlar… Bu listeye bakıp da “aaaa… ooooo… hakkaten yaaaa… aa sahi bu da vardı” nidaları eşliğinde okuyacağınızı düşündüğüm bu yazı hakikaten keyifli bir süreçte ortaya çıktı, ben de çok keyif aldım. Bu isimleri hatırlarken, yazıyı yazdığım sırada dinlediğim albümleriyle bir nostalji yolculuğuna çıktım adeta (mendiller hazır mı postdaşlar?:)).

Listeye bakıp “ya şunu niye eklemedin?” de diyebilirsiniz. Ancaaaak, öncelikle açıklamamı okuyunuz. Bu yazıda, öncelikle 90larda albüm çıkarmış ve sonrasında müzikle bağlarını kopartmış –en azından bildiğimiz kadarıyla sahne de yapmayan- şarkıcıları konu ettim. Bu yüzden hayır, sevgili postdaş, listeye Göksel, Tarkan, Deniz Seki, Yaşar, Sezen klanları, Emre Altuğ, Niran Ünsal, Özlem Tekin, Şebnem Ferah, Mustafa Sandal, Serdar Ortaç gibi artık müzikte yer etmiş ve müzikle hala hem sahne hem de albüm olarak devam eden isimleri veya Haydi Çal Çal Emre gibi yıllar sonra gene hayatımıza kabus gibi çöken, yokluğunda özlemediğimiz ve nedense yeniden hortlayan isimleri eklemedim. Kimbilir onlar da belki başka bir postun konusu olur. Hem belki bir başka postta, zamanında büyük gürültüler kopartsalar da yıllar sonra tekrar meydana çıkıp tutmayan albümlere imza atarak hayal kırıklığı yaratan isimlerin (nö, nö, nö sevgili postdaş isim vermem, kendiniz bulunuz) neden tutmadıklarını daha detaylı analiz ederiz birlikte.

Bu yazının yazım sürecinde ulaşabildiğim ve nezaketleriyle sorularıma cevap veren o yılların tüm değerli şarkıcılarına; ASLI’ya, AYŞEN’e, TUĞÇE SAN’a, UHDE SEÇİL’e, ŞEHNAZ’a, OKAN AKDENİZ’e, ÖZLEM YÜKSEK’e, AH CANIM AHMET’e, JALE’ye, CANKAT’a, HAZAL’a, FEYZAN DOĞAN’a, METİNER’e, NİDA’ya, HELLO OZAN’a, GÖNÜLLÜ YAZILDIM GÖKSEL’e, GMG’den GÖKHAN KETENCİ’ye, ARZU ECE’ye, ERDİNÇ’e, HAZAL’a, ERDİNÇ’e, BORA GENCER’e, +1 ENGİN’e, sorularıma cevap vermek istemeseler de, teşekkürlerini esirgemeyen RENGİN’e, FÜSUN’a, DEMET’e, CANAN TAŞKIN’a ve YEŞİM DÖNÜŞ IŞIN’a,
Ulaşmaya çalışıp da ulaşamadığım daha nicelerine teşekkürlerimle, iyi ki varlar hala…

Bu yarı kişisel anılarıma, yarı röportaj olan postta sevgili sanatçılara aşağıdaki soruları sordum. Zira bunlar hem benim merak ettiğim hem de her müzik ortamının genel konularını içeriyor.

1) Albüm çıkarmaya nasıl karar vermiştiniz? İlk albümü çıkarma heyecanınızı ve o süreci kısaca anlatır mısınız?
2) 90lı yıllardan hala akıllarda kalan bir isim olarak, albüm yapmayı neden bıraktınız? Kendi tercihiniz miydi? Ya da müzik sektöründeki şartlar mı buna neden oldu?
3) Albüm sonrası dönemde neler yaptınız? Müzikle bağlantınız nasıl sürdü? Ya da sürdü mü? Şahsen ben bir dönem her daim gözümüzün kulağımızın önünde olan sanatçıların albüm yapmadıkları, bildiğimiz bir sahne çalışması olmadığı dönemlerde neler yaptığını öğrenmek üzere yazıyorum biraz da bu yazıyı.
4) Hala akılda kalmış işler yapan ve uzun süredir albüm yapmamış olmasına rağmen hala şarkıları hatırlanan bir sanatçı olarak, bugünün hemen tüketilen müzik ortamı ve profiline nasıl bakıyorsunuz? Sizce neydi sizi farklı kılan, neydi şarkılarınızı yıllardır eskimeden sürekli gündemde tutan?
5) Hala albümlerinizi dinleyen ve o zamanların şimdiki zamanlardan çok daha güzel olduğunu düşünen dinleyicilerinize bir mesajınız veya –umarım yeni çalışmalarınızın müjdesi veya sizi canlı izleyebilecekleri bir program var mı duyurmak istediğiniz?

Efenim Şölenimize katılan isimlere geçmeden önce (ehh bi geç artık be adam!) yolculuğunuz esnasında Tunca Turizmi tercih ettiğiniz için teşekkür eder, keyifli yolculuklar dilerizzz J J

Sayın ve sevgili postdaşım, ilk konuğum AH CANIM AHMET oldu.

1995 yılı, Türkçe pop müzikte Yonca Evcimik’le başlayan pop patlamasının doruk noktasına ulaştığı bir yıl oldu. Bu yıl artık müzik piyasasının iyice popa teslim olduğu ve bir düzlüğe ulaştığı yıl oldu. Şu an bildiğimiz pek çok isim birer birer müzik dünyasına merhaba dedi. HAZAL, SEÇİL, CANKAT, MANSUR ARK, RAFET EL ROMAN, TUĞÇE SAN, Allah rahmet eylesin AJLAN, gene Allah rahmet eylesin KERİM TEKİN ve daha birçokları için çıkış yılıydı. O yılın bir başka özelliği müzikte türlerin ortaya çıkışıydı, zira mesela Mansur Ark, Cankat, Ahmet gibi her biri arklı türün temsilcisi isimler pop müziğe bir soluk getirdi. Ahmet, Ah Canım adlı şarkısıyla ilk kez TV’lerde görünmeye başladığında, “wooww” demiştim. O zamana kadar dinlediğim tarzlardan çok farklı bir tarzdı. Başına ters geçirilmiş kasketi ve deri kıyafetleri imaj çağını yansıtırken, kesinlikle Türk pop çizgisinin dışında bir elektronik pop tarzı ile Ahmet özgünlük sıfatını haklı olarak hak ediyor.

Ahmet 1995 yılındaki çıkışından sonra, 1997’de Dayanamam, 1998’de Aşık ve aradaki dijital olarak yayınlanan teklisi İstanbul’un dışında 2010 yılında Metropol isimli, gene Ahmet farkını yansıtır bir albüm çıkardı.

Ahmet’in hikayesi de bir hayalle başlıyor, zira Ahmet şöyle diyor: “1. albümümü çıkarma fikri benim hazırladığım ve gerçekleştirmek istediğim bir hayalimdi ve gerçekleştirdim. Bunu yaparken yüzeysel beklentiler içinde olmadım; müziğim özgür, cesur, vizyonu açık olmalıydı, sanırım sonuç da öyle oldu”.
Ahmet Türkiye’ye ilk geldiğinde Özkan Uğur’la tanışması dönüm noktası olmuş; Uğur Ahmet’i ve müziğini sevince, yardımcı olup ilk albümü çıkarmasını sağlamış ve hala 90’lar denince ilk akla gelen, hatta 2000’lerde de bahsi geçen nadir albümlerden olan Ah Canım böylece çıkmış. Buradan Özkan Uğur’a da saygılarımızı iletelim.

Daha sonra sırasıyla Dayanamam ve Aşık albümleri geldi. Bu albümler Ahmet’in 90’lı yıllardaki yerini sağlamlaştıran albümlerdi. Tam her şey yerine oturdu, Aşık ve Uzun İnce Bir Yoldayım yorumu ses getiriyor derken Ahmet de 17 Ağustos depreminden etkilenip yurtdışına dönmüş ve uzun bir süre dönmemiş. Her ne kadar bizim müzik piyasasında görünür olmasa da, müzik çalışmalarına orada devam etmiş, farklı müzik projeleri üretip içinde yer almış. Sonrasındaki gelişmeler, Ahmet’i biraz küstürmüş müzik piyasasına,”Müzik dünyasında vitrinde yer almak 3 maymunu oynamakla eş değer geldi bana, hatta üretimime zarar verdiğini fark ettim. Bana göre saçmalıkların da bir bedeli var, o bedeli bu seçimi yapanlar ödeyecektir; ben içinde olmaktan kendimi iyi hissetmedim; benim istediğim sadece paylaşmaktı, bu iyi bir amaç, ancak sonrasında olanlar çok pozitif gelişmedi benim için. Daha basit bir örnekle sevdiğim arkadaşlarımla yemeğe eğlenmeye çıktık, her şey güzeldi ancak gecenin sonunda çıkan rezalet geceye damgasını vurdu gibi oldu” diyor Ahmet.

Bundan sonra kendi seçimi ve kararıyla müzik kariyerini dondurup çoğunluğa azınlığa sunmaya başlamış müzik projelerini. Bu projelerinden biri Mr. Voice ve bu projeyi Türkiye’de ve yurtdışında sunmaya hazırlanıyor. Detaylarını proje gerçekleşirse öğreneceğiz. Bunun dışında Ah Canım Ahmet olarak Ahmet’i sık sık 90’lar gecelerinde görebilmek mümkün. Bu bence bir başarıdır. Yani Ahmet adı aradan bu kadar sene geçmesine ve çok fazla göz önünde işler yapmamasına rağmen hala biliniyor ve anılıyor.

Ahmet müziğinin neden kalıcı olmasını ve hala hatırlanmasını neye bağladığı sorulduğunda, kendi dönemine, müziğe ve topluma pozitif değer kattığını düşündüğünü söyledi ve şu ekledi: “Kendime has yorumum ve müziğimle farklılığı yaratabildim sanırım, paylaşmak güzel çünkü. İsmini koyamadığım bir sevgi kaynağından besleniyorum, o kaynak ben yaşadığım sürece akacak hayata ve müziğime”.

Ahmet her ne kadar medyada 90’larla anılsa da, aslında müzik çalışmalarına tam gaz devam ediyor. Halen bir tehazırlığı içinden olduğunu, diğer yandan yeni sanatçı adayları için hazırladığı müzikler olduğunu, bunun yanı sıra bir süre önce kurduğu müzik ve film yapım şirketinde ekip arkadaşları ile gerçekleştirmekte olduğu orta ölçekli reklam filmleri ve video klip çekimleri olduğunu, yani müzikle sürekli iç içe bir yaşam sürdürdüğünü söyledi. Bu arada İstanbul’a yerleşmiş.

Son söz olarak, ben bırakayım Ahmet konuşsun: “Her dönem kendi içinde güzelliği ve çirkinliği barındırır; ben kendi dönemimde -ki bu bitmiş veya geçmişte kalmış bir dönem değil- sadece pozitif işler gerçekleştirdiğime inanıyorum; yaptığım işler özgür olduğu kadar cesurca ve kendine ait bir yorumla atılmış adımlardır. İyi müzik iyi bir histir ve her şey hislerle başlar ve paylaştıkça yayılır çoğalır bu his”.

Ne diyelim, “Pozitif düşünce de kazanır!” :)



ARZU ECE

Arzu Ece’yi kısaca nasıl tanıtacağımı, ya da söze nerden başlayacağımı kestirmek gerçekten çok zor. O kadar dolu yaşanmış ve o kadar müzikle dolu bir yaşamı hem onun için hem de benim için kısaltarak anlatmak çok zor ama buradan bir başlangıç yapayım. Hem siz sevgili postdaşlarım, merak edip daha fazla ayrıntı isterseniz, sevgili abim Yavuz Hakan Tok’un Arzu Ece yazısını okuyun derim. Bu yazıda albüm çıkarma süreci ve sonrasını kısaca anlatmaya çalışıcam. Arzu Ece’yi ilk kez Eurovizyon 1989’da Grup Pan’ın Bana Bana şarkısıyla tanıyanlardanım sevgili postdaş. Timur Selçuk’Un şarkısı olan Bana Bana’yı Arzu Ece, Hazal Selçuk, Vedat Sakman ve adını hatırlayamadığım başka bir müzisyen daha söylemişti. O kadar sene geçti üzerinden, hala dün gibi hatırlarım ilk dinlediğim zamanı, Eurovizyonun en aklımda kalan şarkılarındandı. Bu yazının yazım sürecinde sevgili Arzu Ece ile öyle güzel bir dialog gelişti ki aramızda, benim gözümdeki Arzu Ece’yi bir kat daha değerlendirdi, kalbimin köşesine kuruluverdi ve bu soruları, yakın zamanda kurtulacağını umduğum bir hastalığın tedavisi sürerken yanıtladı. Bunun için ne kadar teşekkür etsem az. Zira nice sevdiğim sanatçı dediğim pek çok isimden hiçbir ses çıkmazken, Arzu Ece, taa Amerika’lardan –hem de seve seve diyerek- yanıtladı sorularımı. Hazırsanız, hem sesi hem kendi güzel bu sanatçımızı bir nebze olsun anlatmaya başlayayım.

Arzu Ece, 1995 yılının en akılda kalan albümlerinden olan Sebebi Yok’u çocukluk yıllarından beri yaptığı besteleri ve sözleri, utanıp kimselere dinletemezken,cesaretini toplayarak dinlettiği birkaç müzik adamının çok olumlu eleştirileri üzerine çıkarmış. Ancak gene o zamanın çoğu değerli sanatçısı gibi anlaşma yaptığı firmanın dağıtım ve tanıtım konusundaki yetersizliğinin kurbanı olmuş bu güzelim albüm, akabinde piyasadan toplatılmış. (Ben de fellik fellik arıyorum bu albümü her yerde, du bakalım bulucaz elbet). Sonrasında anlaşmalarla el kolu bağlanan Arzu Ece, anlaşmanın cezai şartları nedeniyle başka bir firmayla da devam edememiş. “Yazık oldu albüme” diyor. (bence de çok yazık olmuş)
Canım Abim YAVUZ HAKAN TOK'UN SAYFASINDAN ALINTI
 Albüm sonrası dönemde neler yaptığını sorduğumda şunları söyledi Arzu Ece: “Sebebi yok albümü sonrası, biraz küskünlük dönemi yaşadım ama, o sıralar yine yıllardır yaptığım jingle işine devam ediyordum ve hayatımın her döneminde olduğu gibi,ticaret işi de yapıyordum (pattisserie opera'yı işletiyordum o dönem) ardından eski eşimle birlikte, dizi film ve uzun metraj film müzikleri yapmaya başladık (beste,söz ve seslendirme)” Sonrasında rutin bir kontrol için gittiği sağlık kontrolünde kötü haberi almış Arzu Ece, ama nasıl diye sorarsanız, resimde göründüğü gibi, şu an tamamen sağlıklı ve gelecek projelerin heyecanı gözlerine yansımış… (Foto için sağol Yavuz abi)

Şarkılarımın ve albümümün nasıl akıllarda kalabildiğine dair net bir şey diyemiyor Arzu Ece ancak bunun sebebi ne olursa olsun, onu çok mutlu ettiğini söylüyor: “Ben de defalarca kendime ve çevreme sordum fakat tatminkar bir cevap alamadım. Aslında Türkçe şarkı isimlerinden çok,tipimi hatırlıyorlar! ve halen Amerika’da bile tanıyorlar beni... Bu inanılmaz mutluluk verici bir şey =) Hemen sesimin renginden, tipimden ve özellikle söylediğim İngilizce parçalardan bahsediyorlar... belki de,jazz ve dans müziği söylemem, insanlara farklı geliyordu!?

Arzu Ece’nin şu aralar neler yaptığına dair sorumu, söyleşinin yapıldığı sırada tedavisi devam ettiğinden dolayı net verememişti Arzu Ece, ancak bugün Yavuz Hakan Tok’un fotoğrafından yansıyan parıldama, çok güzel günlerin habercisi gibi. Kimbilir Arzu Ece, yıllar sonra bu sefer yeni albümüyle bir yazının konusu olur. Bekleyip görelim.

Son söz olarak Arzu Ece’den sevenlerine bir mesaj geliyor: “Hepsini çok özlediğimi ve kucaklamak için çok şeyden vazgeçebileceğimi söyleyebilirim=)



Bu arada Arzu Ece’nin Facebook sayfasından ilan ettiği, gurur duyduğum bir haberi de eklemeden geçmeyelim: “Amerika’da, gelirini Kanser Savaşçılarının yaralarını sarabilmeleri amacıyla yaptığım ''Master Chemo'' adlı single albümümün gelirini bağışladıktan sonra, albümün yapımında ve tanıtımında emeği geçenlere, Kanser Savaşçılarından çok anlamlı bir jest geldi... Bu teşekkür biçimiyle taçlandırılacak ödül sahiplerine, ödülleri teslim etme görevini gerçekleştireceğim için, çok heyecanlı ve duygu doluyum...” Biz seni çok seviyoruz Arzu Ece, hem de çok sebebi var!!!




ASLI (Deli Yarim)

İlk kez bir ovada “Sevda Yüzlüm, tükendiğimi söyle” diyerek hayatımıza girdiğinde takvimler 1997’yi gösteriyordu. Bu gür güzel sesli şarkıcıyı ilk duyduğumda hissettiğim, ne kadar karakterli ve diğerlerinin arasından sıyrılan bir sesi olduğuydu. Sanat müziğine çok yakıştırdım o sesi. (Not: Bunu bir de Nalan’da hissederim). Ancak bu güzel ses, Sevda Yüzlüm ve Deli Yarim isimli iki klip yaptıktan sonra, tabiri caizse birden ortadan kayboldu! Tam Prestij müziği kapanmasına yakın yıllardı, aslında bu yüzden biraz talihsiz bulurum Aslı’yı bu yüzden. Başka bir plak şirketide olsa belki hala albümlerini dinliyor olucaktık, ama hayat şimdi onu tam da mutlu olduğu hayata yöneltmiş. Ben söyleşimizde bu sonucu çıkardım ve onun için mutlu olsun, kendim için de bize en azından dinleyebileceğimiz Deli Yarim gibi bir albüm bıraktığı için mutlu oldum.

Yıllar boyu aradım araştırdım ve imdadım facebook’tan açılan sayfa yetişti. Orada o sayfanın açılmasından ve hala hatırlanmaktan dolayı duyduğu mutluluğu yazan bir notta Aslı’nın izini buldum ve hemmmeen sorularımı yönelttim, sağolsun, sorularıma içtenlikle yanıt verdi. Yazının sonunu aslında baştan söyleyerek girdi konuya Aslı.

Albüm yapmayı bıraktıktan sonra öğretmenliğe başladım. Evlendim ve Asya adında 9 yaşında bir kızım var. Albümümün hala bu kadar seviliyor olması beni hem mutlu etti hem de duygulandırdı. İlginize ve içten duygularınıza teşekkür ediyorum. Sevgiler....”

Aslı’nın hikayesi de damarlarında müzik akan pek çokları ile aynı şekilde başlamış. Çocukluk hayali sadece şarkı söylemek olan Aslı, üniversitedeyken albüm yapmayı kafasına koyduğunu söylüyor. Bir demo hazırlıyor ve Albüme adını veren “Deli Yarim” şarkısının demosunu o zamanın en dev plak şirketi olan Prestij Müzik’e ulaştırıyor. Sonradan albümün de prodüktörü olan merhum Recai Şen’in şarkıyı ve Aslı’nın ses rengini beğenmesi ile hemen anlaşma imzalanıyor ve hayallerin gerçekleşmesine giden yolda maraton başlıyor.

Sonrasında müzik piyasasının şartlarının hayallerindeki gibi çıkmaması, kendi tabiriyle kan uyuşmazlığı nedeniyle 2. albümün hazırlıklarına başladığı bir dönemde, zor da olsa müzik dünyasından çekilmeye karar veriyor. “İşin hilesine ve şeytanlıklarına ayak uyduramadım. Yani kan uyuşmazlığı oldu ve bırakmaya karar verdim. Karar alana kadar biraz zorlandım ama su an ne kadar doğru yaptığımı görüyorum.. Şu anda tüm sanat camiasının aslında sahip olmak istediği ve uğraşlar verdiği mutlu bir aileye harika bir çocuğa sahibim” diyerek aslında hayatın ona sunduğu başka –ve daha mutlu olacağı- bir kapıyı seçmiş. Şu anda öğretmenlik yapıyor ve müziği iyi bir dinleyici ve dostlarla beraberken ‘ailemizin sanatçısı’ (burada gülüyor :) ) seklinde yapıyor ve izliyor.

Aslı bugünün müzik dünyasına yönelik olarak, o zamana kıyasla, şimdiki müzik dünyasında yapımcıların sanatçılara (ya da adaylara mı desek acaba daha doğru olur, diye parantez açıyor) yatırım yapmadığını artık firmaların hazır albümlerin dağıtımcısı haline geldiğini oysa eskiden bir firmanın önce birçok demo arasından seçim yaptığını, sonra bunlardan seçilen bir albüme yatırıma yaptığını anlattı. Çok fazla şarkı ve şarkıcı olduğuna, çoğunun da artık kendi albümlerini kendilerinin finanse ettiğine değinerek, şimdi albümün yapılmış hazır olarak firmalara gittiğini, firmaları ise tek fonksiyonunun albümlerin halka ulaşmasında aracı olması olduğunu söylüyor.

Aslı’nın dinleyenlerine bir de mesajı var: “Öncelikle sana ve tüm müzik dostlarına sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. Müziğin sihrine ve ruhuna çok inanırım. Hayat sürprizler getirebiliyor, yaşatabiliyor. Kim bilir belki bir gün bir yerde yollarımız kesişebilir:)) gönül dolusu sevgiler

Yolumuza kesişene kadar Aslı’ya “bile bile lades olmayı” seçiyorum ben de.


AYŞEN


1997 yılında “Nerdesin” ile 90’lı yıllara aranjman –daha bilindik bir tabirle “cover”- kulvarında yeni bir soluk getirmişti Ayşen. O kadar başarılı bir çıkıştı ve o kadar dikkat çekiciydi ki, Ayşen’in adını daha çok duyacağımıza emindim. Velakin ilk albümü Uzaktan Geldim’de Nerdesin, Aman Be ve özellikle klibiyle ses getirn Uzaktan Geldim gibi Türk Pop müziği klasiklerini içeren bu albümün rüzgarı 1999 yılında artarak devam etti. Bu albümde de Gloria Estefan’dan Mariah Carey’den cover’larla ancak tamamen kendine özgü bir yorum tığı şarkılarla bir kez daha bravo dedirtmişti Ayşen. (Özellikle bir Sen Bitti Zannet şarkısı vardır sevgili postdaş, yıkar yıkarrrrr…)

Ayşen albümün çıkış hikayesini öyle güzel anlatıyor ki, noktasına dkunmadan aktarıyorum sevgili postdaş: “Albüm çıkmadan evvel İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda öğrenciydim. Bu esnada arkadaşım Erkan Güleryüz bir albüm çalışması yapıyordu. Benim de bu albümde bir geri vokalim vardı. Bu geri vokali marşandiz stüdyolarının genel müdürü Tanju Arıkan dinliyor ve ‘bu kızı bana hemen bulun’ diyor. Yapmış olduğumuz toplantıda tam da hayalim olan albüm projesinin yapılacağını duyunca çok sevindim. Yıllar sonra bile bence de Türkiye’de yapılmış en güzel ve iyi albümlerden biri… Albümün yapım aşaması 1.5 yıl sürdü. Bir kısmı Türkiye’de bir kısmı da İngiltere’de tamamlandı. İlklerin başarılı bir şekilde uygulandığı mükemmel bir ekip çalışmasıydı.

Ayşen müzik piyasasına iki tane şapşahane albüm hediye ettikten sonra görünür müzik piyasasından uzaklaştı (ya da biz öyle sandık, aslında o sırada o kadar faalmiş ki, işte yanılgı sevgili postdaş, albüm çkarmıyor diye, her sanatçıyı müzikten uzak düştü sanma yanılgısı). Albüm yapmayı kendi tercihi ile bırakmış, zira o da her idealist müzisyen gibi, o zamani müzikal ortam, şartlar ve insanların onu hayalkırıklığına uğratması sonucu bu kararı vermiş. Burada Tanju Arıkan’ı tenzih ediyor ve saygıyla anıyor. Sonrasında bakın neler yapmış Ayşen: “Ben albüm yapmama kararımdan sonra kesintisiz müziğe devam ettim. Pek çok albüm vokalinde yer aldım. İşin mutfağında hep çalıştım. Bununla beraber Garo Mafyan,  Atilla Özdemiroğlu gibi önemli müzisyenlerin yer aldığı İstanbul Gelişim Orkestrası’nın solistliğini yaptım ve halen yapıyorum. Gelişim’den ayrıldığım dönemde Enbe orkestrasının solistliğini yaptım ve albümlerinde parçalar seslendirdim. Kendi sahne performanslarımı da halen yapmaktayım

Ayşen’in hala biliniyor ve tanınıyor olmasında, o zaman için kendi özgün tarzını ve yorumun yaratabilmesi ve benimsetebilmesiydi. 70’lerin aranjman döneminin 90’lardaki modern versiyonu gibiydi Ayşen’in yaptığı. Daha profesyonel ve daha yüksek standartlarda tabi ki. Artık gelişimini tamamlamış Türkiye’de cesaret edilemeyen bir işti, zira herkes albümüne bir iki cover şarkı alma furyası başlamamıştı henüz.. Ayşen bu projenin herkes için ticari kaygısı olan bir proje olduğunu inkar etmiyor ama gene de yüksek bir satış grafiği yakaladıklarını belirtiyor: “Söylemekte sakınca yok ilk çıkışımı 4ooo cd 4000 kasetti. İlk hafta 150000 sattı. Açıkçası bizde bunu beklemiyorduk”. Ayşen’e göre o zamandan bu zamana değişen bir şey yok, aynı kaygılar sürüyor. Albüm bazında düşen satışların dijital platformla dengelendiğini ve bundan çok iyi kazanç elde edildiğini söylüyor. (Halbuki bu durumun kazançları da etkilediğini söyleyenler olmuştu. Bu açıdan Ayşen’in sözü ilginç geldi bana).

Ayşen sevenlerine selamlarını gönderirken şarkılarının halen dinleniyor ve seviliyor olmasından duyduğu mutluluğu anlatıyor. Ve talihsiz bir olayın vesile olduğu müjdeyi veriyor: “Yaklaşık 1 sene evvel ağır bir ameliyat geçirdim ve biraz kıyıdan döndüm. o nedenle tekrar albüm yapma kararı aldım. Şu an da maxi single olarak çıkaracağım. Hem ilk albüm tarzımda parçalar var, hem de daha bize yakın parçalar. Herkesin beğeneceğini düşünüyorum. Sevgilerrrr”

Bu röportajın üzerine Ayşen’i Kürşat Başar’ın albümünde görmeyeyim mi? Bu duruma çok sevinmeyeyim mi? Albümün ilk klibinin de Ayşen’e çekilmesiyle sevincim katlanmasın mı? Sizi bilmem ama sevgili postdaş ben Ayşen’i ekranda görünce eski bir dostu görmüş gibi oluyorum. Çok seviyorum onu ekranda görmeyi. Dilerim bir daha bu kadar uzak kalmaz. Zira bu sesin yeni şarkılarla kulaklarıma dolmadığı yıllar kayıp yıllardır, yazıktır, acıklıdır… hem Ayşen’e hem biz müzik severlere…Bunca yılın hatrına Ayşen’e soruyorum: Var mıydı böyle kaçmak, nerdesinnn??








DEVAMI HAFTAYA...